SANATI HAYATLA BULUŞTURAN SERİ 10 YAŞINDA

Ocak 2014, Milliyet Kitap için Füsun Yalçınkaya ile yapılan görüşme.

Günümüz mimarisi nelerden beslenir? Sanat piyasasının dinamikleri nasıl işler? Çağdaş sanatın örgütlenmesi küresel ölçekte nasıl okunabilir? Sanat dünyasına, modernizme, tarihe, eleştirel kuramlara ilişkin bunlara benzer pek çok soru İletişim Yayınları’ndan Ali Artun yönetiminde çıkan “SanatHayat” serisi tarafından soruluyor ve yanıtları aranıyor. Türkiye’de sanat yayınları arasında hem öncülük görevi gören hem de pek çok sanat okurunu aydınlatan seri bu yıl tam 10 yaşını doldurdu. Seri tam 10 yıldır sanat tarihine farklı perspektiflerden bakıyor. Biz de bu kitapların arkasındaki isim, yazar, akademisyen ve mimar Ali Artun’la hem serinin hem de Türkiye sanatının 10 yılını konuştuk. 

Fisun Yalçınkaya: Nasıl bir amaçla başladınız “SanatHayat” serisine? 

Ali Artun: Ankara’da Galeri Nev’in yönetimiyle uğraşırken, bir yandan sık sık müze seyahatlerine çıkıyordum, diğer yandan da yoğun olarak sanat tarihi alanındaki yeni, eleştirel yayınları izliyordum. Türkiye’de bırakın eleştirel edebiyatı, temel tarih kaynakları bile nadirdi. Bu yüzden, SanatHayat gündeme geldiğinde iki ayaklı bir dizi düşündüm. Birinci ayağını, 20. yüzyıl sanatı, modernizm ve avangardla ilgili temel kaynaklar oluşturuyordu. İkincisini de çağdaş sanatla ilgili eleştirel  kaynaklar oluşturuyordu. Bunların yanısıra yakın dönemde tarihyazımında çığır açan, “toplumsal tarih” klasiklerine de yer verdim. Örneğin bugünlerde çıkmak üzere olan “Hollanda Altın Çağı’ndaki Sanat ve Ticaret”. Dünyada, sanat tarihindeki gelişmelere bakarsanız, 20. yüzyıl sanat tarihi yeniden yazılıyor. Stillere bağlı formalist tarih anlayışı çözülüyor. Çok fazla sayıda yeni yayın çıkıyor. Yetişebildiğimiz ölçüde SanatHayat serisinin de bu gelişmelere eklemlenmesine çaba gösteriyorum.  

Fisun Yalçınkaya: Kitaplar 10 yıl önce yayımlanmaya başladığında nasıl karşılandı? İleriki yıllarda nasıl ilgi gördü? 

Ali Artun: Seriden çıkan ilk kitap Baudelaire’in “Modern Hayatın Ressamı” kitabıydı. O çok ilgi gördü, arkasından Simmel geldi, o da çok ilgi gördü. Giderek bu yayınlar, üniversitelerde önemli kaynaklar olmaya başladı. İlk çıktıkları yıllarda Türkiye’de sanatla ilgili bir eleştirel edebiyat, eleştirel tarih çok sınırlıydı. Oysa şimdi bu alanlara ilgi arttı ve başka yayınevleri de devreye girdi. SanatHayat’tan şimdiye kadar 30 kitap yayımlandı, 10 kitap da hazırlık aşamasında. Okurlardan bu kadar yoğun ilgiyi baştan ne ben, ne de yayınevi bekliyorduk. Çünkü, sanatla ilgili etkinlikler oldukça ayrıcalıklı, sınırlı görülüyordu.

Fisun Yalçınkaya: 10 yılda çağdaş sanat da Türkiye’de farklı bir noktaya geldi. Bu süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ali Artun: 10 yılda çağdaş sanatın örgütlenmesi, kültürün özelleştirilmesiyle çok paralel yürüdü. 1990 sonrasında finans kuruluşları ve diğer şirketler, çağdaş sanatın örgütlenmesiyle ilgili olarak kurumlaşmaya başladılar. İsrtanbul’da bir Taksim-Karaköy sanat/kültür ekseni oluştu. Bu süreç çevredeki mutenalaşma hareketiyle, kentsel rant üretimiyle birlikte yürüdü. Bu hareketin söylemini hep bildiğimiz üç beş sanat yöneticisi kurdu. Karşılarında hemen hemen hiçbir eleştirel hareket, söz, girişim yoktu. O dönemde farklı, karşıt görüşlerin ortaya çıkması önemliydi. Böylece, çağdaş sanatın örgütlenmesi ile ilgili girişimler yükselirken SanatHayat serisine de ilgi yükseldi; birçok yayınevinden de paralel yayınlar çıkmaya başladı.

Fisun Yalçınkaya: Türkiye’de sanat yazını hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ali Artun: Çok sorunlu. Kamusal alanın gelişmemiş olması, ciddi  bir sanat yazınının ortaya çıkmasını da engellemiş. Bizde sanat büyük ölçüde devlet himayesindeydi, bu çözülürken birden şirketlerin himayesine geçti. Arada kamu durağı yok. İkincisi, sanatta çağdaşlaşma dediğimiz büyük dönüşüm, bir taraftan da tarihi siliyor. Biz Türkiye’de sanatla ilgili önemli incelemeleri de yayımlamaya hazırız. Nitekim Osmanlı Müzeciliği ile ilgili, İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerinde Paris’e gönderilen Türk sanatçılarıyla ilgili, İstanbul Bienali’yle ilgili kaynaklar yayımladık. 

Fisun Yalçınkaya: “SanatHayat” serisi aynı zamanda sanat yazınına getirilen bir başkaldırı mı? 

Ali Artun: Başkaldırı olsun diye başlamadı. Sanat tarihine ve eleştiriye karşı süregelen ilgisizlikti bu seriyi doğuran. Ama tabii seride Baudeleire, Benjamin, Baudrillard gibi birçok başkaldırı yazarı var.

Fisun Yalçınkaya: Seri bundan sonra nasıl devam edecek? 

Ali Artun: İleriki yayınlarda da, yine 20. yüzyıl sanat tarihiyle ilgili yeni incelemeleri yansıtmaya çalışacağız. Türkiye’de sanat tarihiyle ilgili çalışmaları değerlendireceğiz, ve yine, çağdaş sanatın örgütlenmesiyle ilgili kitaplara yer vereceğiz.  

Fisun Yalçınkaya: Türkiye’de son dönemde müzelerde yaşanan sahtecilik olaylarını ve bir yandan bir türlü açılmayan İstanbul'daki Resim ve Heykel Müzesi’ni nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Ali Artun: Resim ve Heykel Müzesi, 1938’de açılmış ama o tarihten bu yana genellikle kapalı kalmış. Oysa müze bu, yeni rejimlerin kurulmasında okul kadar önemli. Tüm iktidarlar kendi kültürel kimliklerinin temsilinde müzeye çok önem veriyorlar. Bizde de, bir ucunda Türklük, bir ucunda da İslam olan kimlik çatışmaları ve karmaşası bence müzenin açılmasını önleyen en önemli faktör oldu. İktidarlar modern bir sanat müzesiyle ne göstereceklerini pek bilemediler. Böylece bu süreç uzadıkça da müze de metruklaştı. Metruklaşınca da böyle bir takım yolsuzlukların olması kolaylaşıyor. Ancak beni en çok şaşırtan, sanat dünyasının bu konuya duyarsızlığı. Bu duyarsızlığın nedenlerinden biri de, çağdaş sanatla sanatın muhazafakarlaşması arasında alttan alta gelişen bağlar. Örneğin, her ikisi de Türkiye sanatının tarihini umursamıyor, hata bu tarihi siliyor. 

Fisun Yalçınkaya: 13. İstanbul Bienali hakkındaki “Anne Ben Hıyar mıyım?” başlıklı yazınız büyük ilgi topladı. Bu 10 yıllık süreçte bienallerin rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ali Artun: Bienaller sanatın küreselleşmesi va çağdaşlaşmasıyla ilgili en önemli ortamlar. Küreselleşmeyi yöneten aynı büyük şirketler, bienalleri de örgütlüyor. Ve bienaller, gücün ulusal devletlerden, metropollere devrinde rol oynuyor. Ben bienallerin sanatçılar tarafından eleştirel bir yaratıcılık doğrultusunda değerlendirilebileceğine inanıyorum. Gerçi bu çok zor. Çünkü bienal otoriter bir yönetime sahip. İlan edilen temalar çevresinde her köşeden akan dosyaların nasıl değerlendirildiği kapalı. Yine de bienal eleştirel bir ortam olabilir. Nitekim bienaller artık öyle sessiz bir itaatle geçiştirilemiyor. Ben yazımda bienalin sanatsal kompozisyonunu değil, İKSV’nin ve küratörün kaleme aldıkları katalog metinlerini değerlendirdim. Bu metinlerde bienal, bir direniş, adeta 19. yüzyılın Paris barikatlarını hatırlatan bir isyan havasında sunuluyordu. Bienal Gezi Direnişi’yle özdeşleştiriyor, markalandırılıyordu. Ama bunlar herkesi enayi yerine koyan iletişim hileleri. Bu da insanı çileden çıkarıyor. Bienal baştan beri yanlış yönetildi. Daha Gezi öncesinde, bienalin bir kamusal ortam oluşturduğuna kanarak kentsel rant projelerini protesto eden girişim ve dernekler, küratör tarafından “şiddet” uygulamakla, “linç” yapmakla itham edildi. O zaman nerede kaldı “kamusal alan” teraneleri?