SANAT EMEĞİ
2014, “Sanat Emeği – Kültür İşçileri ve Prekarite”, (İstanbul: İletişim/SanatHayat) içinde, s.11-27.
Aslında "sanat" ve "emek" birbirlerine karşıt şeyler. Bataille'a göre sanat da, emek gibi insanı insan yapan temel bir etkinlik. Ama "emek", amaçlı, yararlı, işlevsel, bilinçli, ve akla dayalı bir iş, oysa "sanat", tam aksine, amaçsız, yararsız, bilinçsiz ve hayalgücüne dayalı bir yaratı. Marx'a göre "her emek sürecinin bitiminde, işçinin baştan tasarlamış olduğu ... bir sonuç ortaya çıkar.[1] Oysa sanat tasarıma değil arzuya, hazza dayanır; işle değil oyunla ilgilidir.
İnsanlığın başlangıçlarına giden sanat ile emek, sanat ile sanayi, sanat ile tasarım arasındaki karşıtlık, yüzlerce, binlerce yıl sonra 19. yüzyıl başında, Kant'ın modernliği sistemleştiren düşüncesiyle ve Romantiklerle felsefeleşir. Kant'a göre, "güzelin amacı amaçsız olmasıdır." Schiller de estetik bir nesnenin amacının kendisi olduğunu belirtir. Sanat, fiziki ve ahlaki amaçların aracı olamaz, dolayısıyla bilimden ve etikten tamamıyla bağımsızdır. "Güzel" özgürdür. Ve Schiller'e göre "eğer güzellik özgürlüğün görünümüyse, o zaman güzelliği yaratan, oyun oynamanın hazzıdır. Çünkü ancak oyun oynarken özgür oluruz, fiziki ihtiyaçların ve ahlaki görevlerin zorlamalarından kurtuluruz.[2]
Kant ile Schiller gibi Romantik filozofların sanatı, bilginin diğer bölgeleri olan etikten ve lojikten (bilimden) ayırt eden kuramları, modern sanat düşüncesinin, modern estetiğin doğuşunun habercisidir. Modern anlamıyla "sanatın icadı"dır.[3] Bundan sonraki iki yüz yıl, bu yüzyıllara damgasını vuran estetik modernizm ve avangard, sanatın özerkliğini örgütleme mücadelesidir. Ama aynı zamanda bu özerkliğe göz diken güçlere karşı başkaldırı dönemidir. Tabii başta kapitalizme ve burjuvaziye. Çünkü, "kapitalist üretim, entelektüel [gayrimaddi] üretimin, sanat ve şiir gibi, bazı görünümlerine düşmandır".[4] Ve burjuvazi "en üstün entelektüel ürünleri bile maddi servetin dolaysız üreticileri gibi sunar".[5] Komünist Manifesto'daki ünlü pasaja göre, "Burjuvazi toplumun bütün ilişkilerini devrimcileştirmeden var olamaz... Yeni şekillenen bütün ilişkiler katılaşıp kemikleşmeye zaman bulamadan eskirler. Bütün katılar eriyip hava olur, kutsal bilinen her şey kirlenip sefilleşir... Burjuvazi o zamana kadar kutsal sayılan bütün meslekleri kutsal giyimlerinden soyar... şairi ücretli işçisi yapar."[6] Sonuçta, piyasa, özerkliğini korumaya çalışan her üretim sürecini ve ürünü kendine mal eder. Sanat ve her türlü gayri maddi üretim sanayi ile kaynaşır. Ve nihayetinde sanat emekle bileşir. Sanat emeğe dönüşür, emek sanatsallaşır. "Prekarite" temelde bu sürecin sonucudur. Bütün dünyayı atölyesi haline getiren küresel kapitalizmin, her türlü insan etkinliğini egemenliği altına alma zorunluluğunun çağdaş bir görünümüdür.
Fordizmin Güvence Rejimi[7]
20. yüzyıl başında üretime egemen olan "bilimsel yönetim"in[8] ideali emeği baştan beri sahip olduğu öznel, entelektüel, gayrimaddi bileşenlerinden arındırmaktır. Emeği mekanikleştirmek ve işçiyi bir alet derekesine indirgemektir. Böylece emek, bilgiye, beceriye, yaratıya, buluşa dayalı bir etkinlik olmaktan tamamıyla sökülerek bilimselleştirilecektir; fizikselleştirilecektir. Bunun için, (1) emek süreçleri olabildiği kadar ayrıntılı bir parçalanmaya, bir işbölümüne tabi tutularak, her parça-süreç basit, mekanik bir el işlemine dönüştürülür; (2) kavrama edimi uygulamadan ayrılır ve emek süreçlerinin kavramaya bağlı entelektüel öğeleriyle, uygulamaya dayalı fiziksel öğeleri kutupsallaşır. Üretim süreçlerine ait bilgi, "kafa emeği", bu süreçleri denetlemek üzere örgütlenen yönetim aygıtında tekelleşir.
Emek süreçlerinin ayrıntılı parçalara ayrılarak niteliksizleştirilmesiyle ilgili ilk buluşlar, "bilgisayarın babası" olarak da anılan Charles Babbage'a aittir (1791-1871). Ancak bu gibi kendi zamanından önceki buluşları 'bilimselleştirerek', yeni bir endüstriyel devrimin ilkeleri halinde sistemleştiren Frederick Taylor'dur (1856-1915). Sistemi montaj bantlarıyla, otomobillerin seri olarak üretilmesine uygulayan ise Henry Ford'du. Ford, emek/üretim süreçlerindeki bu büyük dönüşümün "akılcı, modernist ve popülist yeni bir demokratik topluma"[9] yol açacağına inanıyordu. 1980'lere kadar süren, kitlesel üretim ve tüketim dönemi, Ford'un bu toplum tasavvuruna atfen "Fordizm" olarak anılır. Fordizmin devlet/siyaset/ekonomi katında dayattığı yeni programlar ise John Maynard Keynes'in eseridir (1883-1946). Bu programlar, kitlesel bir üretimi tüketebilecek olanaklara ve serbest zamana sahip olan; barınma, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları sağlanan; piyasa karşısında korunan, siyasal ve ekonomik olarak örgütlü (sendikalı), güvence içindeki bir çalışanlar kesimini temel alan bir 'refah devleti' öngörüyordu.
Post-Fordist Esnekleşme ve Güvencesizleşme[10]
Ford/Keynes rejimine yol açan, kapitalizmin 1930'larda karşılaştığı döngüsel aşırı-birikim kriziydi. Bu rejime son veren de, bu kez 1970'lerde yaşanan birikim krizidir. 1930'lar sonrası, liberalizmin dizginlenerek, emek, sermaye ve iktidar arasındaki ilişkilere devletin müdahale ettiği, korumacı, düzenleyici, sınırlandırılmış bir dönemdi. Oysa, 1970'lerle başlayan küresel, neo-liberal dönem, tam aksine, sermayenin yeryüzü üzerinde sınırsızca hareket etmesine direnen bütün zaman ve mekan kısıtlarının parçalandığı bir dönemdir. Bu nedenle David Harvey, neo-liberalizmi, dinle birlikte sermayenin bir restorasyon süreci olarak görür.[11]
"Post-Fordist, post-endüstriyel" dönemde maddi büyümenin yerini mali büyüme alır. Birikimin motoru üretim yerine finans olur. Ulusal devletler yerine büyük şirketlerin (korporasyonların) yönettiği sistemde bütün dünya yekpare bir atölyeye dönüşür sanki. Sermayenin küresel örgütlenme ağındaki her düğüm aynı montaj hattının bir parçası haline gelir. Şirketler yeryüzü üzerinde oradan oraya akar dururlar, büyürler küçülürler, birleşirler ayrılırlar, bugün bir işe yarın bir başkasına girişirler. Dolayısıyla sistem son derecede esnektir, eğretidir, gelip-geçicidir, risklidir, güvencesizdir. Mal, para ve enformasyonun sınırsızca dolaşıma girdiği bütün bu karmaşık organizmanın sinir sistemini dijital teknolojiler oluşturur.
Sermayenin örgütlenmesindeki akışkanlık, esneklik ve eğretilik, kuşkusuz emek dünyasına da yansır. Emeğin Fordizm dönemine özgü örgütlenmesi çöker; Fordist/Taylorist üretim süreçlerine ait iş bölümü altüst olur. Emek niteliksel bir dönüşüm geçirir. Çalışanlar 'küresel atölye'de bir işten diğerine savrulmaya başlar. Sabit bir iş ve sabit bir ücret hayal olmuştur. Herkesin her an işi değişebilir ve herkes her an işinden olabilir. Bu bir mesleksizleşmeye yol açar. İş hayatı artık, endüstriyel üretim dönemindeki gibi bir gelecek, bir tarih ve bir kimlik anlamına gelmez. Sonuç Richard Sennett'in tabiriyle "karakter çürümesi"dir.[12] Endüstriyel kentler ya göçer ve Henry Ford'un otomobil üretimini başlattığı Detroit gibi hayalet kentlere döner. Ya da Bilbao gibi kentsel dönüşüme uğrayarak endüstriyel mirasını terk eder. Fabrikalar en iyi ihtimalle müze olur. Endüstriyel tesislerin müzeleşmesi, aşağıda değinileceği gibi, emeğin geçirdiği niteliksel değişim açısından son derecede sembolik bir olaydır.
Emeğin Örgütlenmesi ve Kapitalizmin Dönemleri
Antonio Gramsci, tam "Büyük Kriz"in patladığı bir zamanda, 1931 yılında kaleme aldığı "Amerikanizm ve Fordizm" incelemesinde, Fordizmin kapitalist uygarlığın yeni bir dönemi olduğunu öne sürer. Çünkü "planlı ekonomi"ye geçişle birlikte Fordizm sadece üretimi değil, bireyleri de 'planlamıştır'. Amaç "yeni bir işçi ve insan tipi" yaratmaktır. Dolayısıyla, "yeni çalışma metotlarını özgül bir yaşama, düşünme ve hissetme tarzından ayrı tutmak" mümkün değildir. Düşüncelerinde Gramsci'den etkilenen Stuart Hall da, kendi zamanında ortaya çıkan post-Fordizmi topyekün bir dönüşüme yol açan yeni bir dönem olarak ele alır: "Tıpkı Fordizmin yalnızca bir örgütlenme biçimini değil, bütün bir kültürü temsil etmiş olması gibi... post-Fordizm de çok daha kapsamlı ve derin olan toplumsal ve kültürel gelişimlerin özetidir... Bundan dolayı, söz konusu geçiş bütün bir dönemi nitelendirmektedir."[13]
Hayatın Finansallaşması
Küreselleşmeyle birlikte üretimin önceliğinin finansa devrolması, birikim modelindeki bir değişimden ibaret değildir. Bütün hayatı dönüştürür. Deleuze'ün dediği gibi "insan artık borç içindeki insandır." Zamanımızda her insan, öyle ya da böyle, bankalara borç içinde yaşar. Zaten eğer borçlu değilse yurttaş değildir. Dolayısıyla, artık para yönetimi, yani finansman, sadece şirketlerin işi değil, hayatını sürdürmek için finansman şebekelerine bağlanmak zorunda kalan her yurttaşın işidir. Sonunda bir bakıma emek sermaye olmuştur! Bir anlamda her yurttaş hayatını bir şirket gibi örgütler, şirketler de birer yurttaşı hatırlatır. Şirket hukukuyla, bireysel hukukun özdeşliği boşuna değildir.[14] "Bu arada emekçiler, konut, tüketim, eğitim, sağlık ve emeklilik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak için de finans alanının içine çekilirler."[15] Üstelik, özelleştirilmiş olan sigorta sistemi bünyesindeki birikimleri, spekülatif finans piyasasında dolaşıma girer.
Finans, ayrıca, kamusal alanları, medyayı ve ekranları kuşatan reklamlarıyla ve enformasyon akışıyla da hayatımızı istila eder. Ama hayatın finansallaşmasında daha da etkin olanı, para devreleriyle dijital devrelerin kaynamasıdır. Bunun sonucunda her ev bir mikro bankaya dönüşür. Nitekim, Garanti Bankası 2011 yılında başlattığı "direkt bankacılık modeli"yle "herkese bir banka" kurduğunu ilan eder. Sermayenin akışkanlığı, sadece evleri değil, giderek her türlü mekanı, dijital ağlara eklemlenen bir banka noktasına, bir iş yerine dönüşmeye zorlar. İşyeri artık Foucault'nun incelediği gibi kapalı bir "disiplin mekanı" değildir, Deleuze'ün bahsettiği gibi açık bir "denetim mekanı"dır: "Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da 'banka'lara dönüşmüşlerdir... Sanat bile artık kapatıp-kuşatma mekanlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dahil olmaktadır."[16]
Para yönetimi ve iş hayatı, mekan sınırı tanımadığı kadar, zaman sınırı da tanımaz. Sonuçta "serbest zaman" silinir. Herkesin bir güvence ve gelecek umuduyla birbiriyle yarıştığı çalışma zamanı giderek 24/7 bir mesai öngörür. Jonathan Crary'nin 24/7: Geç Kapitalizm ve Uykunun Sonları kitabı[17], gece gündüz durmaksızın devinen küresel piyasanın, uyku zamanını ve düşlerimizi nasıl tehdit ettiğini anlatır. Öte yandan, biz her bilgisayar başına geçtiğimizde bir anlamda Bill Gates'in çalışanı oluruz. Çünkü o , Microsoft sayesinde ürünlerin, paranın ve bilginin anında ve kesintisiz dolaşıma girmesini ve denetlenmesini sağlar. Her an, her yerde, sürekli iletişim ve erişim içinde olmamızın teknolojisini sunar. Zizek'e göre, Bill Gates, bilimden pratik becerilere kadar her türlü kolektif bilgiyi kapsayan "genel zihin"i (Marx) özelleştirmiştir.[18]
Kültür Patlaması
"Demir Perde"nin yıkılıp, Soğuk Savaş'ın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminde, dünya, Fredric Jameson'un tabiriyle bir "kültür dönemeci"ne girdi. "Kültürün patladığı" 1990'larla birlikte "toplumsal hayatımızdaki herşey -ekonomik değerden ve devlet gücünden toplumsal ve politik pratiklere, hatta bizzat psişenin yapısına kadar herşey- kültürelleşti".[19] Modernlik sonrası bir çağa geçiliyordu: endüstri ve Fordizm sonrası; tarih ve ideoloji, komünizm ve kolonyalizm sonrası; hatta modern öznenin parçalanmasıyla birlikte, insan-sonrası (post-human).[20]
Baudrillard, Marx'ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı eserine göndererek yazdığı Gösterge Ekonomi Politiği Üzerine Bir Eleştiri kitabında zamanımızda üretimle tüketimin geçişerek kültürelleşmesi üzerinde durur. Ona göre, önceden gereksinimlerin karşılanması anlamına gelen "ekonomik tüketim"in yerini şimdi "gösterge üretimi" anlamına gelen kültürel tüketim alır. Bir takım sembollerin iletişime girdiği tüketim, artık farklılık ve kimlik üretir. Ürünler maddi bakımdan işeyaramalarından çok, ürettikleri semboller sayesinde işlev kazanırlar. Sonuçta ortaya bedenimizi ve ruhumuzu teslim almak için uğraşıp didinen tasarımcılardan, sanatçılardan, iletişimcilerden, pazarlamacılardan, reklamcılardan, v.b. oluşan devasa bir endüstri çıkar ortaya. Ve işin garibi, tüketiciler de, bir anlamda, onun işlemesini gerçekleştiren 'çalışan'ları olurlar bu endüstrinin.
Çalışma hayatının kültürelleşmesini belirleyen bir başka hadise, "kurumsal kültür"ün (corporate culture) iş süreçlerinin ve emeğin niteliği üzerinde artan etkisidir. Kurumsal kültürün örgütlenmesindeki ilk öğe, her şirketin kendine özgü bir 'dil'le, marka, logo gibi bir takım işaretlerle, ve ayrıca bir takım ritüellerle oluşturduğu aidiyettir. "Kurumsal iletişim"in bu yöntemlerle tasarlanması sonucunda her şirketin bir aileyi andırması beklenir. Bu ailede, Bill Gates'in deyişiyle 'biz', 'ben'den önemlidir. Kurumsal kültür ve iletişim, her şirket mensubunun kendi kendini (etkinliğini, bağlılığını, yaratıcılığını, v.b.) sürekli olarak markalandıran ve pazarlayan bir girişimci gibi çalışmasını öngörür. Sonuçta, artık her korporasyonun dinamiği haline gelen "kurumsal kültür" ve "iletişim tasarımı", şirketlerdeki iş süreçlerini ve emeğin niteliğini biçimlendiren "yönetim tasarımı"nın (managerial design) parçası haline gelir.
Kitlesel üretimin terk edilerek ürünlerin kimlik göstergelerine dönüşmesiyle birlikte, üretim sanata öykünmeye başlar. Dolayısıyla, ideal olarak her ürünün sanatın ilkeleri gereğince özgün, biricik ve sahih olması hedeflenir. Öyle ki, sonunda, Virilio'nun deyişiyle "tüketim ve sanat birbirine geçer".[21] Hayat estetikleşir ve "sanat tamamıyla tasarıma, bir metadesign'a dönüşür"(Baudrillard).[22] Sonuçta tasarım ve sanatsal yaratıcılık ile üretim süreçleri birbirleriyle eklemlenir. Başka deyişle, tarih boyunca aralarında sürüp giden rekabeti bir kenara koyarak, sanayi sanatsallaşır.
Bir de sanatın sanayileşmesinden söz etmek gerekir. Postmodern zamanlarda, sanatın özgünlük ilkesinin terk edilmesiyle birlikte, Benjamin'in tabiriyle "sanatın mekanik röprodüksiyonu" yaygınlaşır. Öte yandan sanatın kavrama indirgenmesi de, sanatı bizzat sanatçı tarafından 'üretilmesi' gereken bir yaratı olmaktan çıkarır. Ve sonuçta sanat, yer yer, birçok sanat emekçisinin çalıştığı bir imalat halini alır. Bu dönüşümü en iyi ifade eden Andy Warhol'un atölyesine "fabrika" adını vermesidir. Sanatın aslında bir girişimcilik, bir para kazanma becerisi olduğunu açık açık savunan da ilk odur. Besbelli, Marx'ın Shakespeare'e atıfla söylediği gibi "gerçek yaratıcı gücün" para olduğuna inanmaktadır.[23] Damien Hirst "işe parayı sokanın Warhol olduğunu" söyler: "Sanatçıların para düşünmesini o kabul ettirdi. Yaşadığımız dünyada para büyük mesele. Aşk kadar, hatta daha bile büyük".[24] Günümüzde, sanat imalatının en ünlü, en varlıklı temsilcisinin Damien Hirst olmasına şaşmamak gerekir. Gloucestershire'daki 'fabrika'sında çoğu sanatçı 150 işçi çalışır. Çağdaş sanatın müzayede şampiyonlarından Jeff Koons ve Takashi Murakami de Hirst ayarında girişimcilerdir. Türkiye'de de sanatlarını başka sanatçıların emeği üzerinden üretenlerin sayısı hızla artmaktadır.
Sanat sosyoloğu Howard Becker sanat sanayisini atölyenin mekanından çıkararak son derecede geniş ve karmaşık bir işbirliği ağı olarak inceler. Bu ağ, "sanat dünyasının ve belki başkalarının da, sanat olarak tanımladığı bir takım işlerin, üretilmesi ve alımlanması için etkinliklerine ihtiyaç duyulan herkesi kapsar... Aynı insanlar, tekrar tekrar, hatta rutin olarak, benzer işlerin üretilmesi için benzer işbirliklerine girerler... Sanat eserleri bir takım yetenekli bireylerin ürünleri olmaktan ziyade, bu eserleri var etmek için sanat dünyasının görenekleri içinde işbirliği yapan herkesin ortak ürünleridir."[25] Başka deyişle, sanat ürünleri "sanat dünyası"nın kolektif emeğinin ürünleridir. Bütün katılanların çalışanları olduğu Becker'in "sanat dünyası" tezi, bize 1917 Rus Devrimi'nden sonra kimi avangard sanatçıların başlattığı "proletkült" hareketini hatırlatır. Bu hareket, işçilerin kendi sınıflarına özgü devrimci bir sanat yaratmaları inancıyla kurulur. Böylece zamanla, herkesin şair olmasına ilişkin ütopya gerçekleştirilebilecektir. Sanatın kolektif bir emek sürecine dönüştürülerek, maddi üretim süreciyle birleştirilmesi, Vladimir Tatlin ve önderi olduğu konstrüktivizm kadar, Tatlin'in karşısındaki Maleviç tarafından da benimsenir: "Sanata ölüm! Yaşasın üretim!" Gene bir avangard hareketi olarak başlayan Bauhaus da üretim ve sanat birliğine dayalıdır.[26]
"Sanat emeği" deyince üzerinde durulması gereken en etkili hadise, kuşkusuz kültürün özelleştirilmesiyle birlikte başlayan kültür endüstrisindeki patlama ve dönüşümlerdir. Kültür endüstrisi biteviye dallanıp budaklanmakta ve bu endüstride çalışanların sayısı her geçen gün kabarmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Gezi Direnişi'nden sonra sosyal medyadaki muhalefeti kırmak için, AKP'nin durmadan mesaj atan altı bin 'metin yazarı' istihdam ettiği söylenmektedir. Medya, yayın, iletişim, PR, pazarlama/markalandırma, reklam, eğlence, spor, turizm, tasarım, eğitim, bilişim, telekomünikasyon, dinsel hizmetler gibi alanları dolduranların, kentsel çalışan nüfus içindeki oranı, bütün hizmet ve finans sektörü de hesaba katılınca, gelişmiş ülkelerde maddi üretim sektöründekileri çoktan katlamıştır. Kültür endüstrisinin müzeler, bienaller, festivaller, fuarlar, galeriler, müzayedeler aracılığıyla örgütlenen doğrudan sanatla ilgili ağları da giderek giriftleşmekte ve şişmektedir. Bunlar arasında sanatın küreselleştirilmesinin asal ortamları olarak ortaya çıkan bienaller, Paolo Virno ve Pascal Gielen gibi prekarite yazarları tarafından post-Fordist, gayri-maddi, esnek, ve güvencesiz emek rejimlerinin ideal modeli olarak tanımlanmaktadır.[27] Hatta Gielen daha da ileri giderek, bütünüyle "sanat ortamının ekonomik sömürü için ideal bir model" olup olmadığını irdelemektedir. Gerçekten de, bienal sanatçıları, küresel korporasyonların himayesi altında örgütlenen bu son derecede otokratik ortamların, bir anlamda çalışanları sayılmazlar mı?
Sanattan artık birçok alanda belirli bir amaca hizmet eden bir etkinlik olarak yararlanılmaktadır. Kârlılığın çağdaş teknikleri, yenilik, buluş (innovation), ve yaratıcılıktır. Uzun zamandır finans uzmanlarını da, sanatçıları da aynı kaba koyan bir "yaratıcı sınıf"tan, bir "yaratıcı sektör" veya "yaratıcı endüstri"den bahsedilmektedir.[28] Bugün bienaller metropolleri pazarlamanın başat ortamı sayılmaktadır. Sanat, ayrıca, kentsel dönüşüm ve rant üretiminin, spekülatif emlak piyasasının ve lüks piyasasının; öte yandan, Balkanlardaki gibi, kimliklerin parçalanıp, inşa edildiği "kültür savaşları"nın ve "kültürel diplomasi"nin en etkili iletişim güçlerinden biri sayılmaktadır. "Sanat yönetimi" disiplininin kurulması, sadece iş hayatıyla sanat dünyasının kaynamasının değil, bu gelişmelerin de bir sonucudur. "Sanat yönetimi"nin başlıca amacı, sanatı estetik modernizm ve avangard ile kazandığı özerkliğinden yalıtarak işletmeleştirmek, şirketleştirmek ve denetim altına almaktır. Sanatı emekle özdeşleştirmektir.
Post-Fordizmin Toplumsal Hayalleri
Kapitalizmin bu yeni kültürü (Sennett)[29], emek süreçlerinin Taylorist/Fordist örgütlenmesinde ve emeğin niteliğinde radikal dönüşümlere yol açmıştır. (1)Bunlardan ilki, üretimde yönetimin hegemonikleşmesidir; yani bir anlamda, herkesin kendi kendisinin yöneticisi, girişimcisi gibi davranmaya başlamasıdır. (2) Bunun sonucunda, önceden yönetim kademelerinde yoğunlaşan gayrimaddi, entelektüel emek çalışanlar arasında yayılır; başka deyişle maddi ve gayrimaddi emek arasındaki ayırım melezleşir. Maurizio Lazzarato'ya göre, gayrimaddi emek "metaların bilişsel ve kültürel içeriğini üretir. İlki emek süreçlerinin dijitalleşmesi, ikincisi pazarlama ve iletişimle bağlantılıdır.[30] (3) Her işçiyi bir parça-işe sabitleyen, Taylorist, aşırı uzmanlaşmış işbölümünün esnekleşmesi sonucu, çalışanlar, iş yerinde farklı işler arasında kayabilirler. Endüstri-sonrası işlerde geçerli olan, uzmanlık, ehliyet, deneyim değil, farklı rolleri oynayabilme kapasitesidir. Marshall McLuhan'ın sözleriyle "artık iş sahibi olmanın yerini rol sahibi olmak almıştır."[31] (4) Emeğin niteliği kadar üretim de esnekleşir. Kitlesel üretim döneminde olduğu gibi kaynağa göre değil, sürekli devinen talebe göre belirlenir. Ürün de, üretim de artık sabit değildir. Dolayısıyla işin niteliği ve iş gücü ihtiyacı değişkendir, belirsizdir, eğretidir. "Bugün artık kimsenin işle ilgili bir amacı olamaz. 'Burada başlayacağım, önümüzdeki üç sene çalışacağım ve şuraya varacağım' diyemezsiniz. Üç sene içinde, kendisi ve amaçları dahil olmak üzere, her şeyin değişeceğini artık bütün çocuklar biliyor".[32]
Post-Fordizm, çağdaş kapitalizmin ideologları tarafından göklere çıkarılır:
• Onlara göre, Taylorist/Fordist iş süreçlerine egemen olan niteliksizleşme sona ermiştir; "kafa ve kol emeği" arasındaki kutuplaşma kaybolmuştur. Örneğin, Bill Gates, "yeni örgütlenmede işçinin artık makinenin bir dişlisi değil, tüm sürecin akıllı bir parçası olduğunu" ve "görev işçisi"nin yerini "bilgi işçisi"nin aldığını öne sürer.[33] Oysa esnekleşmenin ideali, bir iş yerinde herkesin önerilen her işi yapabilmesidir. Bu da, değişik işlerin gerektirdiği özel/öznel becerilerin asgarileştirilmesini ve standartlaşmayı öngörür. Çalışanların makineler yerine bilgisayar ekranlarına kilitlenmeleri; örneğin, montaj bandında önlerinden geçen bir motora ait aynı vidayı sıkıp durmak yerine, bilgisayar ekranına akan enformasyonu işlemeleri, kuşkusuz belirli bir bilgiyi gerektirir. Ama bu onların zihnî melekelerini, yaratıcılıklarını geliştirmez. Tam aksine, törpüler. Deleuze her toplum tipine bir makine tipinin karşılık geldiğini düşünür. Şimdiki toplum tipi, enerji makinelerinden sibernetik makinelere, bilgisayarlara geçilen bir toplum tipidir. Bu toplumda fabrikanın yerini korporasyon alır. Korporasyon yönetimi önceden olduğu gibi üretime değil, tüketime odaklanır. Deleuze'e göre bu, üretim için değil ürün için kapitalizmdir; yani pazarlama ve piyasa için.
• İşin giderek daha nitelikli olduğunu savunanlar, bu noktadan hareketle iş süreçlerinin de giderek daha demokratik olduğunu varsayarlar. Onlara göre, entelektüel emekle fiziksel emek, gayrimaddi emekle maddi emek arasındaki kamplaşmanın silinmesiyle, gayrimaddi emek, çalışanlar arasında yaygınlaşmıştır. Dolayısıyla Fordizm döneminde olduğu gibi, entelektüel emeğin yönetim/işletme katında yoğunlaşmasından doğan hiyerarşi yıkılmıştır. Artık her çalışan aynı zamanda kendi kendinin yöneticisidir. Adeta bir girişimcidir. Oysa, küreselleşme sonucunda, iş süreçlerinin ulus-aşırı, farklı farklı işyerleri arasında parçalanması, esnekleşmesi ve eğretileşmesi, yönetimi daha da merkezileştirmiş ve otoriterleştirmiştir. Öyle ki, kendilerinde bütün dünyayı yönetme kudreti gören bir CEO (Chief Executive Officer) oligarşisi peydahlanmıştır. Ayrıca, endüstriyel dönemde daha ziyade mühendisler tarafından yürütülen şirket yönetimi, günümüzde, şirket kimliği (kurumsal kimlik), şirket kültürü (kurumsal kültür) ve şirket iletişimi (kurumsal iletişim) gibi yeni disiplinleri de içeren çok-disiplinli, girift bir denetim makinesine dönüşür.
Çalışanların kendi kendilerini yönetiyor olmaları, sonunda organik bir itaat rejiminin göstergesidir. Foucault, daha 1979 yılında "biyopolitika" üzerine derslerinde yurttaşların bir yöneticiye, bir girişimciye dönüştürülmesini, neo-liberalizmin bir hükümet etme tekniği, bir biyopolitika olarak inceler: "Neo-liberalizmde bir de homo economicus teorisi var... Homo economicus bir girişimci, kendi kendinin girişimcisi [yöneticisi] ... kendisi için kendi sermayesi, kendisi için kendi üreticisi, kendisi için kendi kazançlarının kaynağı."[34]
• Post-Fordizmi yüceltenler, iş süreçlerindeki dönüşümlerin, bir toplumsal devrime yol açtığını öne sürerler. Onlara göre, bu devrimin en başat özelliği, çalışma koşullarında gerçekleştiği varsayılan eşitlik sonucu toplumsal sınıfların erimesidir. Çalışanların girişimciye dönüştüğü bir ortamda işçi sınıfından söz etmenin anlamsız olduğunu savunurlar. İş yerinde olduğu gibi toplumdaki kutupsallaşmanın da kırılması sonucu ortaya çıkan "orta sınıf"ın, önceki, bütün sınıfları yuttuğunu iddia ederler. Göran Therborn'un söylediği gibi, "geçen yüzyılın işçileri hafızadan silinmiştir; proletaryanın önderlik ettiği bir evrensel kurtuluş projesinin yerini orta-sınıfa katılma ülküsü almıştır."[35]
Oysa zamanımızda, "toplumsal refah ve adalet" politikalarının terk edilmesi sonucu, son derecede şiddetli bir toplumsal kutupsallaşma yaşanmaktadır. Bu konudaki göstergeler şaşırtıcıdır. Örneğin Ocak 2014' te yayınlanan Oxfam raporuna göre, dünyada en zengin 85 kişiye ait servet, dünya nüfusunun yarısının, yani yaklaşık 3,5 milyar insanın, toplam gelirinden fazladır. Bu aşırı yoksullaşmanın başta gelen nedeni, daha önce yerel, ulusal endüstriler tarafından üretilen birçok ürünün üretiminin, iş gücünün en ucuz olduğu ve çalışma koşullarının en denetimsiz olduğu yabancı ülkelere sürülmesidir. Bu ülkeler daha ziyade önceki kolonilerdir; küreselleşme öncesi sınıflandırmaların terimleriyle, Üçüncü Dünya'ya ait "az-gelişmiş" çevre ülkeleridir. Atölyenin, iş yerinin küreselleşmesinin en çarpıcı örneği, genellikle giyimle uğraşan "terhane"lerdir (sweatshops). Bu noktada da olgular vahimdir: Terhane işçilerinin kazancı, en temel ihtiyaçlarının gerektirdiği gelirin %50 ila %25 altındadır (yılda ortalama $200); dünyada yüz milyonlarca çocuk terhanelerde çalışıyor ve bu örtülü sefalet yuvalarında her yıl binlercesi ölüyor.[36] Şimdi bu olgular ortadayken, çalışanların gittikçe varsıllaşan bir orta sınıfta yoğunlaştıklarına ilişkin söylem besbelli bir safsatadır. Küreselleşmeyle birlikte çalışma koşullarının top yekün iyileştiğine ve işin nitelik kazandığına ilişkin mit de yalandır. 2000 yılında yayınlanan ve o zamanlar "korporasyonlara karşı mücadelenin Das Kapital'i"[37] haline gelen No Logo kitabında Naomi Klein, üretimin nasıl iletişimle kaynaşarak kültürelleştiğini anlatır. Ürünlerin yerini markalar almıştır. Başka deyişle, terhaneler kullanım değerleri olan bir takım metalar değil, bir takım göstergeler üretir. Ve bu göstergeler, bir hayat tarzını, bir deneyimi, bir kimliği simgeler.[38] Şimdi bu gibi dönüşümlerden hareket ederek, işçi sınıfı yerine "yaratıcı sınıf", "kültür sınıfı" gibi yeni sınıflar icat etmek ve proletaryanın prekaryaya evrildiğinden bahsetmek olsa olsa markalandırmaya benzer bir iletişim hilesidir.
• Türkçe'ye genellikle "güvencesizlik" olarak çevrilen "prekarite" teriminin aslında başka birçok karşılığı var: esneklik, eğretilik, gelip-geçicilik, geleceksizlik, belirsizlik, ...[39] Ne var ki, bu nitelikler, giderek proletaryadan kopan ve çıkarları onunla çatışan yeni bir "prekarya" sınıfını tanımlamaya elvermez. Tam aksine, daha geniş kesimlerin emekçilerle birleştiğini gösterir. Nitekim, 1950-1970 arası refah devleti döneminde belirli bir düşüş gösteren iş gücüne katılım oranı, 1970 sonrası küreselleşme döneminde sürekli yükselerek dünya nüfusunun yarısına ulaşmıştır.[40] Ve her geçen gün daha da kalabalıklaşan bu işçi kitlesinin %73'ü güvencesiz koşullarda çalışmaktadır.[41] Dolayısıyla prekarite, işçileri bölen değil, E.P.Thompson'un dediği gibi onları "hem deneyimin ham maddesinde hem de bilinçte birleştiren" bir oluşumdur.[42] Sonuçta Richard Seymour'un belirttiği gibi "hepimiz güvencesiziz".[43]
• Orta sınıf ütopyalarının bir de siyasal cephesi vardır. Bu ütopyalara göre, çalışanların kendini yönettiği ve kendi kendinin işvereni olduğu koşullar, yeni bir liberalizmin çekirdeği olmuştur. Fabrikanın kapalı toplumunun yerini, piyasanın açık toplumu almıştır. İş yerlerinin ve şirketlerin bütün yeryüzüne taşması, "ulus"ları parçalamış; küresel şirketlerin ulus-devletleri denetimi altına almasını sağlamıştır. Orta sınıfın bütün toplumu kuşatması sonucunda, modern anlamıyla sınıfların silinmesiyle birlikte, sınıflara bağlı anlatılar (tarihler), hatta bizatihi "toplum" fikri tükenmiştir. Adeta bir "piyasa komünizmi" oluşmuştur.
"Sınıflar Olmadan" başlıklı makalesinde Giorgio Agamben, orta sınıf ütopyalarının, aslında onların öngördüğü siyasal tahayyüllerin tam karşıtı bir rejimi temsil ettiklerini söyler. "Eğer insanlığın kaderini bir kez daha sınıflar aracılığıyla tasavvur ediyor olsaydık, o zaman bugün artık toplumsal sınıfların var olmadığını söylememiz gerekirdi. Eski toplumsal sınıflar yerine, onların içinde eridiği, gezegen çapında tek bir küçük burjuvaziden söz etmemiz gerekirdi... İşte faşizmin ve Nazizmin anladığı tam da budur. Önceki toplumsal öznelerin düşüşünü görmüş olmaları onların şaşmaz modernlik yargısını oluşturur. (Tam anlamıyla politik bir bakış açısından, faşizm ve Nazizm alt edilmemiştir ve hala onların alâmeti altında yaşıyoruz.)"[44]
• Modernliğin çözüldüğü ya da düpedüz sona erdiği zamanımızda, emeğin niteliğinde, entelektüel ve fiziksel (gayrimaddi ve maddi) öğelerinin bileşiminde, emek süreçlerinin örgütlenmesinde ve iş bölümünde yaşanan dönüşümler yeni bir çağın yapılanmasında muhakkak ki son derecede etkili olmaktadır. Ama bu olay, birkaç yüzyıllık ömrü olan modern sosyolojinin ve ekonomi-politiğin harcını oluşturan emek, sermaye, emekçi, sınıf, toplum, sömürü gibi analitik kategorilerin de ömürlerini doldurduğu anlamına gelmez. Tam aksine, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan bu kavramlar, küreselleşme sözcüleri tarafından kapitalizmin mutlaklaştırıldığı bu çağda daha da kökleşmekte ve giriftleşmektedir. "Eşitsizliği belirleyen sınıf meselesi, şimdi daha da güçlüdür... Emek-sermaye çatışması ise daha da genişlemektedir."[45] "Neo-kapitalizm", Marx'ın bahsettiği, sermayenin her çalışanı işçileştirme ve her çalışmayı piyasalaştırma yolundaki doğal güdüsünün bütün hayatı fethetmesidir. Aslında kapitalizmle birlikte kendi amacına ve özerkliğine kavuşan sanat da, bu süreç bağlamında şimdilerde emekle özdeşleşmekte, özerkliğini kaybetmektedir. Prekarite de, işçi sınıfının 20. yüzyıl boyunca kazandığı bütün haklarından ve güvencelerinden arındırılarak, sömürünün yoğunlaştırıldığı aynı sürecin sonucudur.
[1] Karl Marx, Capital (Londra: Penguin, 1976) 1. cilt, s. 283-284.
[2] Frederick Beiser, "Schiller", Encyclopedia of Aesthetics (New York: Oxford University Press, 1998) s.227.
[3] Bkz: Larry Shiner, The Invention of Art: A Cultural History (Londra: University of Chicago Press, 2001).
[4] Marx, Engels, Sanat ve Edebiyat (İstanbul: De Yayınları, 1971) s.34.
[5] A.g.e., s.36.
[6] A.g.e., s.44.
[7] Bkz: Ali Artun, Fordizmin ve Mühendisin Dönüşümü (Ankara: TMMOB, 1999) s.87-106.
[8] Scientific management
[9] David Harvey, The Condition of Postmodernity (Cambridge: Blackwell, 1991) s.125, 126.
[10] Ali Artun, a.g.e., s.17-32.
[11] David Harvey, A Brief History of Neo-Liberalism (New York, Oxford University Press, 2005).
[12] Bkz: Richard Sennett, The Corrosion of Character: Personel Consequences of Work in the New Capitalism (New York, W.W. Norton, 1998).
[13] Bkz: Krishan Kumar, Sanayi Sonrası Toplumdan Postmodern Topluma-Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları (Ankara: Dost, 1995) s.68.
[14] Bkz: Joel Bakan, The Corporation: The Pathological Pursuit of Profit and Power (New York: Free Press, 2004).
[15] Costas Lapavistas, Finansallaşma ve Kapitalizmin Krizi (İstanbul: Yordam, 2009), s.70.
[16] Gilles Deleuze, "Denetim Toplumları", çev. Ulus Baker. https://ecotopia-network.wordpress.com
[17] Johnathan Crary, 24/7 Late Capitalism and the Ends of Sleep (Londra: Verso, 2013).
[18] Slavoj Zizek, "The Revolt of the Salaried Bourgeois", London Review of Books (26/1/2012) s.9-10.
[19] Fredrick Jameson, Postmodernism, or, The Cultural Logic of Late Capitalism (Durham: Duke University Press, 1991) s.48.
[20] Ali Artun, "Kültür Tutulması", Çağdaş Sanat ve Kültüralizm (İstanbul: İletişim-SanatHayat Dizisi, 2013) s.9-15.
[21] Paul Virilio ve Sylvére Lotringer, Accident of Art (Cambridge: Semiotext(e), 2005) s.12.
[22] Jean Baudrillard, Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2004) s.249.
[23] Marx, Engels, a.g.e., s.41.
[24] Sean O'Hegan, "The Art of Selling Out", Observer, 6/9/2009.
[25] Howard Becker , "Art World", Encyclopedia of Aesthetics (New York: Oxford University Press, 1998) s.147-150.
[26] Bu konuda bkz: Ali Artun, "Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce", Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş (İstanbul: İletişim SanatHayat Dizisi, 2010) s. 45-55.
[27] Bu konuda bkz: "The Art Biennial as a Global Phenomenon" + "A Precarious Existence", Open, sayı 2009/16 ve 2009/17 (Rotterdam: NAİ publishers).
[28] Örneğin: Richard Florida, The Rise of the Creative Class: And How It's Transforming Work, Leisure, Community and Daily Life (New York: Basic Books, 2002).
[29] Bkz: Richard Sennett, The Culture of New Capitalism (Yale University, 2006).
[30] Özay Göztepe (ed.), Güvencesizleştirme (Ankara: NotaBene, 2012) s.235.
[31] Marshall McLuhan, Understanding Media-The Extensions of Man (MIT, 1994) s.346.
[32] www.philosophicalsociety.com/archives/Mcluhan's%20Philosophy.htm
[33] Bill Gates, Dijital Sinir Sistemiyle Düşünce Hızında Çalışmak (İstanbul: Doğan Kitap, 1999) s.271.
[34] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics (New York: Palgrave Mac Millan, 2008) s.226.
[35] Göran Therborn, "Class in the 21st Century", New Left Review 78 (Nov-Dec 2012) s.5-29.
[36] http://www.unicef.org/pon95/chil0016.html
[37] Guardian gazetesi yorumu.
[38] Naomi Klein, No Logo (Londra: Harper, 2000) s.21.
[39] Bkz: Şebnem Oğuz, "Proletarya mı, Prekarya mı?-Sınıf Mücadelesinde Özne Sorunu", Göztepe, a.g.e., s.229-250.
[40] Göztepe, a.g.e., s.45.
[41] Oğuz, a.g.e., s.229.
[42] Oğuz, a.g.e., s.233.
[43] Richard Seymour, "Hepimiz Güvencesiziz-'Prekarya' Kavramı ve Yanlış Kullanımları Üzerine", Göztepe, s.251-270.
[44] Giorgio Agamben, "Without Classes", The Coming Community (Londra: University of Minnesota Press, 2009) s. 63.
[45] Therborn, s.13, 24.