MUCİZE: GEZİ

09.06.2013 tarihinde e-skop'ta yayınlanmıştır.

Bu değişim döneminde yaratıcı sanatçının rolü yalnızca devrimcinin rolü olabilir:
Boş ve sıkıcı bir estetiğin son kalıntılarını yok etmek,
insan zihninde hâlâ bilinçsizce uyuyan içgüdüleri uyandırmak onun görevidir.

Constant Nieuwenhuys

 

Artık despotluğa dayanamayan kitleler 31 Mayıs 2013’te birdenbire Taksim Meydanı’nı basarak polis zulmüne karşı barikat savaşı başlattılar. Ve birkaç gün içinde, siyasetten men edilerek, piyasalaşmaya ve oryantalleşmeye (çağdaş bir Osmanlı-İslam beğenisine) teslim edilmek üzere olan, diktanın kalesi olarak dayatılan bu meydanı işgal ettiler. Burada arzularına göre, paranın geçmediği, paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı komünal bir hayat oluşturdular. Bütün çevrelerine sözler, resimler boyadılar. Eylemlerini şiirselleştirdiler. İçlerinden geldiği gibi bağırdılar, çağırdılar, müzik yaptılar. Zorunlu çalışmayı terk ederek ‘oyun oynamaya’ daldılar; yabancılaşmaya son verdiler. Ve direniş başka kentleri de ayağa kaldırdı. Bir mucizeydi bu – veya, Althusser’den başlayarak, Lyotard, Rancière, Negri, Bensaid gibi “1968 filozofları”nın, özellikle de Alain Badiou’nun geliştirdikleri kavramla, bir “olay” (event)... Tarihin mekaniğine, rasyonalitesine bir müdahale. Bilgimizin, algılarımızın, duygularımızın sarsıcı bir dönüşüm geçirdiği bir devrim ânı. Badiou’ya göre devrimin yanı sıra, sanat gibi, aşk gibi, buluş gibi. Olayın gücü, onun hakikatleri ortaya çıkartmasında, rıza gösterdiğimiz hegemonik dünyayı teşhir etmesinde saklı.

İstanbul’da başlayan direniş, sonunda nereye varırsa varsın, şimdiden davayı kazanmıştır; dünyamızı değiştirmiştir, muzafferdir. Çünkü Bensaid’in de belirttiği gibi, “direniş fikri, ulaşılması gereken bir ideale değil, hemen gerçekleştirilmesi gereken ve gerçekleştirildiği vakit tarihin gidişatını değiştirecek (veya durduracak) bir adalet fikrine tutkuyla bağlıdır. Direnmek, aynı zamanda kendi güçsüzlüğünüzü, güç dengelerinin aleyhinize olduğunu bilmekle başlar. Fakat önemli olan bu güçsüzlüğü kabul etmemek, boyun eğmemektir. Ahlaki bir zorunluluk olmaktan ziyade basit bir varoluş koşulu olan direniş, bir tasarıya sahip değildir. ‘Önce direnirsiniz gerisine sonra bakarsınız… Her direniş bir alan açar. Yalnızca duvarlar gördüğümüz yerde, cesaret, bir kapı açar, burada ve şimdi.’ Özgürleşme ve direniş hadiselerinin [olaylarının] açtığı her bir ‘dar kapıdan’, artık olmayan ile henüz olmayan arasında dünyanın bambaşka bir hâli’ görünür”.[1]


Fotoğraf: Selim Birsel

Direniş olayının açtığı kapılar

• Gerek İstanbul mucizesi, gerekse Occupy gibi New York’tan başlayıp başka metropollere yayılan “kentsel devrim” hareketleri, bize “post-komünist” tarihçiliğin dikte ettiği, devrimin, anarşinin, gelecek umudunun (ütopyanın) eskide kaldığına ve Paris’te kısa bir süre ‘arzu’nun iktidara geçtiği 1968’in, devrimcilerin son kumarı olduğuna ilişkin safsatalarını boşa çıkarmıştır. Günlerdir Taksim, her kim bu alana çıkmayı arzu ediyorsa onların elindedir ve bu sayede İstanbul da, 1848’den beri başkaldırının bir türlü ezilemediği “İsyankâr Kentler” in listesine eklenmiştir.[2] Zorbalığa karşı yeniden parke taşları sökülmüş, barikatlar kurulmuş, ateşler yakılmış ve halk meydanını, sürekli onu tehdit eden devletin şiddetinden, şirketlerin ve markaların fetişizminden kurtarmıştır.

• Çağdaş zamanlarda, modernliğin aşınmasıyla birlikte, gerçekliğin kaynağının akıldan dile kaydığı savunulmaya başlamıştır. Bir anlamda “gerçek edebileşmektedir”. Sonuçta bütün dile çağdaş bir sofizm bulaşmıştır. Buna göre doğru söylemek önemli değildir, doğrunun ne olduğunu denetlemek, başkalarını söz söyleme ‘sanatlarıyla’ bu konuda inandırmak, kandırmak önemlidir. O zaman da, Žižek’in yıllar önce yazdığı gibi, yalan ve riya bir ahlaksızlık olmaktan çıkarak bir ideoloji halini alır.[3] Aslında bu dönüşüm, günümüzde her şeyin başı sayılan iletişimin yükselişini de açıklar. Bir pazarlama mühendisliği olarak ortaya çıkan “iletişim tasarımı”, bugün şirket kültürüne (corporate culture), oradan medyaya, oradan siyasete, ve ne yazık ki, en sonunda da gündelik dile kadar baskın çıkmıştır. Yani artık konuşamıyoruz, karşımızdakine hükmetme güdüsüyle iletişiyoruz. İşte Direniş, hakikatinin gücü sayesinde, namusu sayesinde, sürüp giden bu hilebazlığı teşhir etmeyi başarabilmiştir. Foucault’nun öğrettiği, doğruyu söylemenin direnişçi gücünü ışıtabilmiştir.[4] Öyle ki, birtakım büyük şirketler, bu ortamda reklamın iletişim gücünü yitirdiği gerekçesiyle reklam vermeyi bile durdurmuşlardır. Teoriyi hiçe sayan bir pragmanın ve tarihi hiçe sayan bir şimdinin yönetiminde sürekli kaypaklaşan entelektüel esneklik, eylemlerin duvarına çarpmıştır. İletişim erbabının, “kanaat önderleri”nin, “akil adamlar”ın, “liberal aydınlar”ın, ‘marka’larının otoritesine güvenerek döne döne imal ettikleri hakikatler dağılmıştır. Bu beklenmedik “olay” karşısında en zor duruma düşenler, tarihsel/toplumsal direniş söylemini liberalleştirmeye çalışan, muhalefet etmeyi bir biçimde iktidarı (AKP) desteklemekle özdeşleştiren, “yeni sosyalizm” sözcüleridir. “Duvar”ın yıkılmasının sembolleştirdiği 1989 sonrası dönemde devletle şirketin oluşturduğu “güç bloku”na transfer olarak, bütün muhalefet edebiyatını reel politikaya, daha doğrusu post-politikaya tercüme etmekle uğraşanlardır. Harvey’in en kestirmeden “dinin ve sermayenin restorasyonu” olarak tanımladığı neoliberal projeye ses çıkarmayanlardır.

• Tabii şimdi, küresel sermayeye ve şirketlere karşı gerçekleşen Seattle’daki gibi, Cenova’daki gibi ayaklanmalarda, ya da Occupy işgallerinde olduğu gibi, Taksim Direnişi de devrimci özünden yalıtılıp liberalleştirilmeye, “farklı fikirlerin ifade özgürlüğü”ne, “farklı hayat tarzlarının savunulmasına” indirgenmeye çalışılmaktadır. “Ağaç korumacılığı”ndan ibaret bir ‘masumiyet’ havasına büründürülmektedir. Hatta “kandil simidi”, “Cuma namazı” muhabbetiyle bir anlamda İslamlaştırılması bile denenmektedir. Veya bir gösteri ya da tema parkı gibi ziyarete boğularak popülerleştirilmektedir. Ya da her toplumsal davranışta bir pazarlama potansiyeli arayan patronlar tarafından “Ne solcuyum, ne sağcı, çapulcuyum, çapulcu” yavanlıklarıyla piyasalaştırılmaktadır. Ancak, şimdilik öznelliklerimize musallat olan hegemonik, biyopolitik riya ve tahrif makinesi etkisizdir ve “olay”ın doğurduğu hakikat gücünü korumaktadır. Retorik becerilerine güvenerek direnişin bu büyük hakikatini sınayanlar, bunu ancak utanmazlığı göze alarak yapabilmektedir. Kısacası, “olay” özerkliğini korumaktadır. Düşmanları tarafından yok edilebilir, ama henüz çalınamaz. Çünkü hırsızlığı hemen açığa çıkarır.

 

“Sanat direnmektir.” (Gilles Deleuze)

Öncelikle, dünyayı değiştirmek gerektiği görüşündeyiz.
İçinde kendimizi sıkışmış hissettiğimiz hayatta
ve toplumda olanaklı en özgürleştirici değişimi arzuluyoruz.
Bu değişimin uygun eylemlerle mümkün olduğunu biliyoruz.

Guy Debord

 

• Direnişin devinmesinde avangardın uyandığına tanık oluyoruz. Duvar yazılarındaki mizah ve kinizm Dada’nın saldırgan “otomatik” dilini hatırlatmaktadır. Constant’ın Sitüasyonist Manifestosu’nda söylediği gibi, “kaldırım ve duvarlardaki çiziktirmeler, insanın ifade etmek için doğduğunu [ve] onu bir memur kalıbına sokarak bu ilk dirimsel gereksinimini karşılamaktan alıkoyan iktidara karşı mücadelesini” göstermektedir. İstanbul’da medya tekellerinin gözünü korkutan eylemler de Dada’nın skandallarını andırmaktadır. Öte yandan, İstanbul’daki onca çevre tahribatı içinde “olay”ın Gezi Park’ındaki birkaç ağaçtan parlaması, sürrealizmin ve bütün avangardın tesadüfe, şansa, sürprize olan bağlılığının bir örneğidir. Badiou için de tesadüfilik ilkesi bütün “olay”lara içkindir – aşka da, sanata da, buluşa da.

Ancak, bu direnişin asıl canlandırdığı, 1968 Devrimi’nin arkasındaki sitüasyonist hareket ve onun lideri Guy Debord’un bildirileridir. Çünkü Direniş, tam anlamıyla birtakım sitüasyonlar yaratarak büyümektedir. Debord’un sözleriyle “bir sitüasyon yaratmak, geçici bir mikro-dünya ve –bir an için birkaç kişinin hayatında– bir olaylar oyunu yaratmaktır.”[5] Temel amaç “sitüasyonlar inşa etmek, yani kısa süreli yaşam ortamlarını somut olarak kurmak ve onları daha üst düzeyde bir tutkuya dönüştürmektir… Sitüasyonist hareket, hem bir sanatsal avangard olarak, hem gündelik hayatı özgürce yapılandırma yolu üzerinde deneysel bir araştırma olarak ve nihayet, yeni bir devrimci karşılaşmanın pratik ve kuramsal inşasına katkı olarak karşımıza çıkıyor.”[6] İşte Gezi Parkı’ndan başlayan direniş, onlarca kentin meydanlarını tam da bu ruhla, hiçbir sanatçının düşleyemeyeceği sanat eserlerine dönüştürmüş, sanatın romantiklerden bu yana aynı zamanda özerk ve özgür bir siyaset olduğunu, direnmek olduğunu capcanlı kanıtlamıştır.

Oysa ne zamandır sanat yöneticileri, artık estetik modernizmin ve avangardın çağdaş sanatın ancak geri dönüşüme sokacağı, alıntılayacağı, alay edeceği veya yereceği bir depodan ibaret olduğuna inandırmaya çalışmaktadır. Onlara göre, Mallarmé’nin Zarla Şans Dönmeyecek metniyle başlayan avangard manifestoların[7] vaat ettikleri isyan ve ütopya, arzunun iktidarı ve hayatın şiirselleştirilmesi hep birer “Tatlı Düş”tür.[8] Sanatın dili bütün tarihi boyunca hegemonik olmuştur, şimdi de öyledir. Dolayısıyla sanatın özerkliği masaldır. Bizde de sanatı tarihinden yalıtarak aktüelleştiren, şimdiki zamana hapseden, “güncel sanat” teriminin mucitleri, daha yeni piyasanın, özelleştirmenin –yani şirketlerin himayesinin– dışında sanatın var olamayacağını savunmuşlardır.[9] Evet, bu sav akılcıdır, realisttir, ama şimdi direniş bu realizmi ölüme mahkûm etmiştir; hayal gücü iktidardadır.[10] Ve bu güç, Occupy direnişlerinde olduğu gibi, finansa ve iletişime tercüme edilen sanatı, sanat dışına sürmektedir. %99’un değil de, %1’in hanesine yazmaktadır.

• Şimdi, Taksim işgaliyle kentin nasıl kamusallaştırılabileceği en radikal haliyle meydandayken, iletişim stratejisini bu “kamusallaştırma” kavramını özelleştirme üzerine kuran 13. İstanbul Bienali yönetimi acaba ne yapacaktır? Çünkü şimdi, ince iletişim tasarımlarıyla “kamusal”ı özelleştireyim derken, direnişçilerin Bienali hakikaten kamusallaştırma tehlikesi bulunmaktadır. Ya park gibi, meydan gibi bienali de “çapullarlarsa”? Détourne ederlerse? Kendilerine mal ederlerse? Eğer Bienal yönetimi şimdiye kadarki tutumunu sürdürürse, o zaman büyük olasılıkla gazlanacaklardır. Yok, eğer direnişi kendilerince anlamlandırmak gibi, bienalleştirmek gibi, artık sahteliği çok göze batacak bir yol izlerlerse, herhalde, son Berlin Bienali ve Documenta’nın Occupy taraftarlarıyla yaptığı gibi kimi direnişçi numunelerini, çadırları filan sergilemeye kalkacaklardır.

• Direniş’in avangard tarihinden söküp çıkardığı bir diğer hakikat, şimdilerde David Harvey gibi yazarlar sayesinde yeniden canlanan, 1968’lerin Marksist kent sosyoloğu Henri Lefebvre’in ortaya attığı “kentsel devrim”dir; bu başlığı taşıyan kitabında işlediği “kente sahip çıkma hakkı”dır. Lefebvre, çok yoğun olarak uğraştıkları şehircilik ve mimarlık konusundaki sorunlarda sitüasyonistlerin teorik kılavuzudur. O, kente sahip çıkılırsa gündelik hayatta bir devrim yaşanacağını ve giderek hayatın sanat olacağını hayal eder. İşte şimdi kapıldığımız düşler, bu gibi hayaller değil de nedir?


[1] U. Uraz Aydın, “Sunuş: Köstebeğin Yer altı Güzergâhı”, Daniel Bensaid, Köstebek ve Lokomotif-Tarih, Devrim ve Strateji Üzerine Denemeler (İstanbul: Yazın Yayıncılık, 2006) s.15,16.
[2] David Harvey, Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution (Londra: Verso, 2012); Türkçesi: Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, çev. Ayşe Deniz Temiz (İstanbul: Metis, 2013)

[3] Slavoj Žižek, “Against Human Rights”, New Left Review, 34 (Temmuz-Ağustos 2005).

[4] Michel Foucault, The Courage of Truth, The Government of Self and Others II (New York: Palgrave & Macmillan, 2011).

[5] Constant ve Debord, “Amsterdam Bildirisi”, Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş içinde, derleyen Ali Artun (İstanbul, İletişim/Sanathayat Dizisi) s.307.

[6] Guy Debord, “Sitüasyonların İnşası ve Uluslararası Sitüasyonist Akımın Etkinlik ve Örgütlenme Koşulları Üzerine Rapor”, a.g.e., s. 297, 335-336.

[7] Bkz. a.g.e.

[8] Johanna Drucker, Sweet Dreams, Contemporary art and Complicity (Chicago: University of Chicago Press, 2005).

[9] Burak Delier ve Süreyyya Evren, “İyi de Banane: Onat Kutlar'dan Bugüne Sanat Dünyasının Ekonomi-Politiğine Dair Güncel ve Gerekli Bir Müdahale” http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=953

[10] Vincent Bounoure ve diğerleri, “Düşmanın Portresi”, a.g.e., s.344-346.