MARDİN BİENALİ NEDEN BİR KARNAVAL OLMASIN?

15.10.2014 tarihinde e-skop’ta yayınlanmıştır.

Bienallerde küratör, bienalin yapılacağı kente birkaç sefer ya geliyor, ya gelmiyor, ama ardından, her nasılsa, bu kentin gelmişi-geçmişi, maddi-manevi bütün hayatı bu küratöre malum oluveriyor. Ve o da buna göre bienalini “temalandırıyor”, arkasından da ona malum olan bu hakikati sanata çeviriyor ve keşfetmiş olduğu kent yaşantısına yediriyor. Yerli ahali de bu evliyanın peşinden sanata eriyor. Bundan önceki Mardin Bienali’nin küratörü olan Paolo Colombo’nun “yöntemi” bu bağlamda çarpıcı: “Eserleri sergilemek için düşünülen yöntem, eserleri sanki baştan beri o kentin toplumsal ve yapısal yaşantısının bir parçasıymışçasına, doğal bir şekilde kent dokusuna yerleştirmekti. Sadece bir öneri olarak sunulan bu düşünce, bugün bile benim sanata yaklaşımımı ve küratörlüğümü belirleyen felsefi bir yaklaşıma dönüştü.”

Dünyada nasıl bir küratör oligarşisi varsa, onların sanatçı tebaaları da var. Ve bu sanatçılar, daha doğrusu onlara ait işler, küratörlerin peşinden oradan oraya sürüklenerek, aynı işlerle gittikleri farklı farklı kültürleri güya anlamlandırıyorlar. Hem de o kültürü yaratanlara ve yaşayanlara yapıyorlar bunu. Örneğin modacı Hüseyin Çağlayan’ın dev Tilda Swinton portreleri, bugün Venedik’i, ertesi gün Mardin’i işaretlendiriyor. Yani bir bakıma küratörler, bienallerini yönettikleri kentlerin halklarına kim olduklarını, ilahiyattaki manasıyla “tebliğ” ediyorlar. Gene Paolo Colombo diyor ki, Tokmakçılar Konağı’ndaki “Rosemarie Trockel’in Mr. Sun başlıklı videosunda Brigitte Bardot’nun söylediği şarkının nağmeleri izleyiciye domestik çağrışımlar yaparken konağın asıl işlevini hatırlatıyordu.” Acaba, Bay Colombo, nasıl olmuş da, bu kadim, dev konağın, kimbilir ne zamanlara kadar giden mahremiyetini birden keşfedivermiş? Mardinlilerin “domestik çağrışımları” ve Bardot? Cenevre’den kalkıp Mardin’i büyülemek?

 

                                         

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir başka mucize de, küratörlerin ellerinin altındaki aynı sanatçıların, hatta aynı işlerin, hangisi olursa olsun, bienallari markalandıran farklı farklı temaları gösterebilme, ve nerede olursa olsun bunları izleyiciye bildirme becerileri. Bu temalar bugün “Barış”, yarın “Anne Ben Barbar mıyım?”, ertesi gün “EgoKaç”, ardından “Tuzlu Su” filan olabilir. Küratörlerin kerameti kültürleri/tarihleri temalandırmaktan daha da ileri gidebiliyor: Örneğin, savaş sonrası, post-sosyalist Balkan bienallerinde amaçlandığı gibi, yeni kimlikler kurmaya girişebiliyorlar. Uzun sözün kısası, belki de, sanatçıların birer yarı-tanrı kabul edildikleri çağlar bitmedi. Onlar hâlâ birer şaman, birer kâhin, mukaddes birer deha, yaradan... Ne var ki, küratörlerin ve sanatçılarının vehmettikleri bütün bu kutsallık edasına rağmen, bienaller yerlilerin ruhlarını ve duyularını canlandırmıyor. Hatta, hayatları enstalasyonlarla ve kabinelerle dolup taşan Mardinliler gibi onları sanata soğutuyor, yabancılaştırıyor. Zaten genellikle taşra bienalleri, yerli devlet ve ticaret erkânıyla, metropol medyasının ve sanat bürokrasisinin, bir ihtimal de birkaç sanat seçkininin katıldığı açılış törenlerine, haber ve reklamlara indirgeniyor. Bütün bu efsanenin, sonunda semiyo-kapitalizm çağının bir iletişim hadisesi olduğu ayan beyan ortaya çıkıyor.

Karnaval Olarak Bienal

19. yüzyıl ortalarında, emperyal “evrensel sergilerle”, Londra’da Crystal Palace ile (1851), rakip Paris’te Palais de Beaux-Arts ile (1855) başlayıp, bugün Mardin’e kadar uzanan; ama artık çoktan ömrünü, gücünü, inandırıcılığını yitirmiş olan bu bienal gösterisi dönüştürülemez mi? Ona egemen olan bilgi/iktidar rejiminden arındırılarak, bir karşı-bienale çevrilemez mi? Hatta bir karnaval olarak tasavvur edilemez mi? Örneğin Mardin’de bu nasıl mümkün olur?

                           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mardin, Mısır’dan Hindistan’a kadar uzanan antik uygarlıklar coğrafyasının göbeğinde kurulmuş. Mezopotamya’da doğan üç semavi dinin, onlar öncesindeki hermetizmin temelini oluşturan teoloji ve felsefelerin merkezlerinden biri. Geçmişinin izleri yazının icat olduğu ve tarihin ‘başladığı’ Sümer öncesine kadar sürülebiliyor; MÖ 4500’lere kadar.[1] İlk kez gittiğim 1978 yılında, Süryanileri göçe zorlayan baskıların etkileri fark edilmekle birlikte, Mardin kapitalistleşmenin yol açacağı bozulmadan, mimari tahribattan henüz korunuyordu. Yüzyıllardır beslenmiş olduğu sembolik dünyanın, ikonlar ve mitler evreninin, sanat ve edebiyatın izleri ortadaydı. Ondan sonra Mardin, ciddi bir siyasi ve ekonomik şiddete maruz kaldı. Ama buna rağmen, Mardin hâlâ anılarını saklıyor. Bu izler, Mardin’in etnografik ve mimari mirası kadar, Mardinlilerin gündelik hayatında, güvercin ve uçurtmaların takla attığı semalarında, ya da dövmelerin donattığı bedenlerinde, tapınaklarındaki ritüellerde, fotoğraf albümlerinde; evlerinin, dükkânlarının ve atölyelerinin kuytularında sürüyor. Çeşit çeşit tılsımlar, muskalar, ikonlar, ziynetler, giysiler, kitaplar, resimler, fotoğraflar, kap-kacak, bardak-tabak, halı-kilim ve daha binbir nadire bu mekânlarda bir nevi nadire kabineleri oluşturuyor: her şeyin birbiriyle gizemli ilişkiler kurduğu, dile gelmeyen mitler yazdığı özel ‘müze’ler. Bu müzelerde antikalarla sıradan eşyalar, bunların işaretlediği farklı farklı zamanlar birbirlerini anlamlandırıp duruyor. Bu tür hayal dünyalarına, bir bıçak bileycisinin tezgâhında da rastlıyorsunuz, bir bakırcıda da, güvercincide de, kilisede de, meyhanede de, ve tabii evlerin derinliklerinde de. Bunların estetik düşünseme enerjisi ile, çağdaş enstalasyonların medyatik etkisi kıyaslanamaz.Ve farklı, karnavalesk bir bienal, pekâlâ, bu enerjiyi harekete geçirebilir. Gündelik hayatın büyüsünü bozduğu nadire kabinelerini ve organik enstalasyonları yeniden şiirselleştirebilir. Dünya sanatçılarıyla birlikte Mardinlileri onların hafızasını keşfetmeye, mitolojisini yazmaya, kutsamaya çağırabilir.

            

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Böyle bir bienalin küratörlüğü kolektiftir. İsteyen herkes, bienali kendisi kurar, kendisi yaratır, kendisi izler. 2013 Haziran’ında Mardin’de yaptığımız toplantı ve görüşmelerde, bu fikrin herkesi heyecanlandırdığını gördük: müzeciler, arkeologlar, tarihçiler, akademisyen ve öğrenciler, sanatçılar kadar, “esnaf ve sanatkâr”lar, güvercinciler, papazlar ve eminim daha görüşemediğimiz niceleri. Tarihindeki, evindeki, hayalindeki müzeleri sergilemek onları heyecanlandırıyordu. Hafızalarına yer etmiş, efsaneleri, masalları, meselleri keşfetmeye ve anlatmaya hazırdılar. Kendiliğinden kentlerini enstalasyonlara, hayatlarını performanslara çevirebilirlerdi. Hayal dünyalarını bütün dünyaya açabilirlerdi. Bütün bunlar için Cenevre’den bir küratörün gelmesine gerek yoktu. Onlara hafızalarını ve hayallerini birtakım küratörlerin dayatması, Mardin gibi hermetik bir evrende onları büyülemeye kalkması iticiydi. Nitekim, savaştan lime lime olmuş Balkanlar’da veya 9. Manifesta’nın düzenlendiği Limburg’daki girişimler bugün kötü birtakım çağrışımlardan ibaret.

İnsanların izlemek yerine yaşadığı, kendilerinin örgütlediği ve yarattığı, hafızalarını ve hayallerini şiirselleştirebildiği bir bienal tasarımı, karnavalları ve 1920’lerin Rus filozofu ve dilbilimcisi Mikhail Bakhtin’in karnavallar üzerine düşüncelerini hatırlatıyor. Rabelais ve Dünyası kitabında Bakhtin, karnavalları, insanların özgürce kendilerini ifade ettikleri, aralarındaki bütün hiyerarşileri sildikleri, sanatla hayat arasındaki bir ütopya ânı, topluca oynanan bir oyun olarak canlandırıyor.[2] Burada, gündelik hayatın, iletişim teknolojileri ve tüketim kültürünün egemenliğinden sökülüp yaratıcı bir deneyime, bir karnavala dönüştürülmesine işaret eden Allan Kaprow’un happening’leri de kaydedilmelidir.[3] Sonuçta karnaval, hegemonik sanat/kültür ideolojisine, yönetimine karşı bir kolektif performans, bir direniş eylemidir aynı zamanda. Mardin örneğinde, yabancı bir küratörün, hiç tanımadığı bir yerde, hem serginin ne olacağına, hem kimin sergileyeceğine, hem nasıl sergileyeceğine tek başına hükmettiği egemen bienal modelini sorgulayan bir happening’dir. Kültürel bir atmosferin bir sergi dekoruna indirgenmesine, yerlilerin onlara dayatılan bir sergiyle aidiyetlerinin kurulmasına karşı çıkar. Bienalin bir gösteriye, iletişim/tanıtım medyasına, turistik bir çekim projesine indirgenerek, kadim kentlerin otokrat bir küratör tarafından markalandırılmasını protesto eder. Sanatçı olsun, olmasın dünyadan herkesi bu karnavalı paylaşmaya çağırır.


[1] Hanna Dolebeni, Tarihte Mardin (Deyrulzafaran Manastırı Yayını, 1972) s.21.
[2] Bkz. Andrew Robinson, “In Theory Bakhtin: Carnival against Capital, Carnival against Power”, Ceasefire Magazine,Eylül 9/ 2011.
[3] Ali Artun (ed.), Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş (İstanbul: İletişim/SanatHayat, 2010) s. 347.