İSTANBUL SANAT İŞLETMELERİ
01.10.2011 tarihinde e-skop'ta yayınlanmıştır (skopdergi, sayı 1).Günümüzde sanatın pratik ve bilişsel işleyişini yöneten kurumsal yapı/işletme zinciri (establishment) İstanbul’da 1990’larda örgütlenmeye başlar: özel müzeler, bienaller, banka sergileri ve sanat bankacılığı, şirketlerin şemsiyesi altındaki toplantılar/yayınlar/kitaplık ve arşivler, sanatla ilgili NGO’ların yayılıvermesi ve küresel ağlarla kaynaşma, korporasyonların ve devletin sanat taşeronu olarak İKSV’nin sivrilmesi, fuarlar, çağdaş sanat müzayedeleri, diplomatik misyonların kültürel programlarının Ankara’dan İstanbul’a çekilerek canlandırılması, peş peşe açılan çağdaş sanat galerileri… Birden Pera’yı sarıveren bu yeni oluşumlar, bölgeyi çağdaş sanat işletmesinin merkezi olarak mutenalaştırırlar. Sanatın varlık ve anlam kazandığı bir assemblage[1], bir endüstri ve bir otorite oluştururlar.
Corporate art
Aradan geçen yirmi yılda, modernlik tarihi boyunca toplumun sorumluluğunda olan sanat, korporasyonların toplumsal sorumluluk projesine dönüşür ve böylece toplumun sanat üzerindeki hükümranlığı şirketlere devrolur. Sonuçta, devletin ve şirketlerin akıttığı mali kaynaklarla, pek çok kamusal varlık gibi, kültür de özelleştirilir. Bu yeni himaye sistemi bünyesinde, sanat ortamları da, kurumsal kültür (corporate culture) ve kurumsal yönetim (corporate management) disiplinlerinin yöntemleriyle şirketleştirilir. Ayrıca sanat bir kurumsal kimlik (corporate identity) göstergesine evrilir.
Çağdaş sanat ve resmiyet
İstanbul sanat işletmeleri, hükümetin, şirketlerin ve NGO’ların ortak iktidarına dayanan çağdaş yönetişim (governance) modeli uyarınca kurulur. Zamanın resmî sanatı ve bunu yönetecek olan ‘artokrasi’ de bu işletmeler bünyesinde örgütlenir. Artık devleti işleten bürokrasi ile bilim ve teknolojiyi işleten teknokrasinin gücünü, bu yeni yönetici zümre de paylaşacaktır. ‘Artokrat’lar, sanatın korporasyonların (küresel şirketlerin) kültür politikalarına eklemlenmesini yönetirken, dolaylı olarak sanatçı olmanın, estetiğin ve beğeninin ölçütlerini de belirlerler. Zaten ‘çağdaş sanat’, artık küratörlerin veya bizzat sanatçıların reçeteleriyle anlamlandırılmaktadır. Sonuçta, sanat gizemini, büyüsünü ve özgürlük vaadini yitirir. Sanat da, sanat yönetimi kadar otoriterleşir.
Özerkliğin tasfiyesi
Oysa Kant estetiğinden başlayarak sanat yönetilmezliği ile, özerkliği ile tanımlanır. Sanatta modernizmi ve avangard hareketleri besleyen de bu özerklik ilkesidir. Türkiye’de devletin sanat üzerindeki himayesiyle zaten son derecede cılız kalan ve ancak II. Dünya Savaşı’nın ardından Paris’e göçen sanatçıların kozmopolitizmiyle uyanan özerklik arayışları ise şirketlerin sanatı kuşatan devlet himayesini devralması sonucunda tarihe gömülür.
Bu gelişme İstanbul’a özgü değildir, küresel bir yönelişi izler. Ama daha ziyade Hindistan, Çin, Arap Emirlikleri gibi, daha önce kolonyal rejimlerle yönetilen ülkelerin metropolleşen kentlerinde yoğunlaşır ve finansal güçleri bakımından birbirleriyle rekabete girişen bu metropoller arasında karakteristik bir benzerlik gösterir (Delhi, Mumbai, Hong Kong, Şanghay, Dubai, Katar,…).
Popüler elitizm
Bu sürecin önemli bir bileşeni, çağdaş estetiğin ve beğeninin kurumsallaştırılmasıdır. 1990lardan başlayarak çağdaş sanat, gösteri kültürünün odağına yerleşir. Yoğun biçimde piyasalaştırılarak yükselen lüks ideolojisine ve pazarına eklemlenir. Aynı zamanda küreselleşmeyle ekonominin başına geçen finansın etkisine girer. Finansal operasyonların, yatırım portföylerinin, servet yönetiminin ve bunları işlevselleştiren spekülasyonun bir enstrümanı olarak değerlendirilmeye başlar. Dolayısıyla, son derecede sınırlı ve seçkin bir kesimin sembolik kapitali halini alır . Kilisenin ve sarayın himayesinden kurtulduğundan beri sanat, bu ölçüde keskin bir toplumsal ayrım (distinction-Bourdieu) işlevi görmemiştir. Ancak ne kadar paradoksal görünse de, bu seçkinleşmeyle birlikte sanat, popüler kültür ve kitle kültürüyle de eklemlenir. Çünkü gündelik hayatla ve popüler kültür politikaları ile kaynar. Dolayısıyla birbirine karşıt gibi görünen bu aşırı seçkinleşme ve popülerleşme hadisesi aslında birbirini besler. Zaten artık seçkin ile pop arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Modern estetiğin “sanatın paraziti” olarak tanımladığı kitsch şimdi çağdaş sanatın esin kaynağıdır.
Sanat kariyeri-kariyer sanatı
Sanatın piyasalaşması, finansallaşması (spekülasyon) ve sanat ortamlarının şirketleşmesi (sanat yönetimi), günümüzde sanatçıyı bir iş adamı gibi davranmaya zorlar. Sanat bir kariyere, sanatçı da bir kariyeriste evrilir. Kariyerizmin ve rekabetin şiddetlenmesi, her kesimde ve bütün toplumda da görüldüğü gibi sanatçılar arasında da bir kutupsallaşma yaratır. Markalaşmayı beceren bir sanatçı azınlığı tarihte görülmemiş servetler yaparken, çoğunluk kamusallık rejimlerinin etkili olduğu önceki dönemlere göre fena halde yoksullaşır.
Sanat ve kültüralizm
Sanat işletmesinin (establishment) yaydığı hegemonya, modernist sanatın ve avangardın siyasal direncini ve ütopyasını değersizleştiren; rızaya, diyaloğa, temsile dayalı; ‘pozitif’ bir sanat diline yol açar. Bu dil, embedded ve complicit olmayı zamanın gereği saymakla kalmaz, aykırı bir sanat hayal etmenin “tatlı bir düş” olduğunu savunur. Bu arada küreselliğin ana akımı, reel politikayı karikatürleştiren bir realizm olarak belirir. Postmodernizm söyleminin bir türevi olan çağdaş estetik, kültürel farklılık/kimlik ve aidiyete dayalı egemen kültüralist politikaların işaretlendiği, anlamlandırıldığı bir forma bürünür. Sanatın yeni kültürel kimliklerin tasarlanmasında işlevselleştirildiği en dramatik kültürel mühendislik uygulamaları, günümüzde soğuk savaş öncesi ‘komünist’ geçmişlerinden temizlenerek birer ‘sivil toplum’ olarak yeniden yapılandırmaya çalışılan Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanmaktadır. “Sanatın Balkanlaştırılması” olarak anılan bu uygulamalarda, İstanbul’un sanat yöneticilerinin de etkin olduğu görülmektedir. Çünkü devletin oluşturduğu ‘Balkan Kültür Koridoru’ politikası çerçevesinde, İstanbul’un bu bölgede etkin bir merkez olması beklenmektedir. Şimdilerde artokrasinin yöneldiği bir başka tasarı ise, Osmanlı nüfuzunun restorasyonuyla ilgili resmi politikalar uyarınca kültürün yeniden oryantalizasyonudur. Bu bağlamda bir ‘kültürel farklılık’ ve egzotizm yakalama çabasıdır.
Sonuçta İstanbul sanat işletmesinin ağlarında örgütlenen sanat, sermaye ile dinin ittifak içinde restorasyonuna dayalı neo-liberal rejimlerin öngördüğü ve ‘çok kültürlülük’ (multiculturalism) olarak anılan etnik, dinsel, cinsel farklılığın ötesine geçen bir toplum ve siyaset hayaliyle ilgilenmez. Öyle ki, tarih öncesinde bile sanat dolayımıyla, erotizmle ve arzuyla kaynaşan cinsellik, şimdi bir ‘kültürel farklılık’, bir gender göstergesine dönüşür. Kısacası, kurumsal semboller dünyasıyla özdeşleşen sanat, geçerli olan hakikat rejimini zorlamaz. Tam aksine, mevcut rejimi meşrulaştıran bir sanal entellektüelizmin, ‘kanaat önderliği’nin retoriğine kapılır ve bu retoriğin medyasında görünmeyi ‘eleştiri’ sayar.
Tarihsizleşme ve güncelleşme
Eleştiriyle birlikte sanat tarihinin de anlamsızlaştırılması, ‘çağdaş sanat’ hareketinin yol açtığı en kritik kayıplardan biridir. Eleştiri, yazınsal nitelikleriyle değerlendirilen bir ifadeye, ‘metne’ indirgenerek, anlamı büyük ölçüde iletişim teknolojilerine emanet edilir. Sanat tarihi ise, postmodern teorinin savunduğu üzere büyük anlatılardan (master narratives) arındırılır. Ancak bu esnada toplumsallığından ve siyasallığından da yalıtılır ve bir anlamda tarihsizleştirilir. Ancak unutulmamalıdır ki, bu dönüşümün kendisi de, Avrupa-merkezli yeni bir anlatının, postmodernizmin sonucudur. Aslında, sanat tarihi, iddia edildiği gibi büyük, bütünsel anlatılardan sökülerek değil, zamanın geçmiş ve gelecekten arındırılarak şimdiye indirgenmesiyle (real-time, güncel), yani bir anlamda zamansallığın (temporality) silinmesiyle tarihsizleştirilir.
*
Yirmi yıl önce sanatın düsturu haline gelen ‘anything goes’, sanatı hegemonize etmeyi başarmıştır. Ama avangardın öngördüğü gibi hayatı sanatsallaştırmak yerine, sanatı hayatın gerçekliğine yedirmiş ve hayalgücünü sindirmiştir. Hayalgücünün yerini yanılsama (illusion) doldurmuştur. Sonunda belki herkes şair olmuş ama şiir tasfiye olmuş ya da ötekileşmiştir. Bugün artık her sanat erbabı bilmektedir ki, ‘sanat’, bir tür ‘simulacrum’dur, gösteridir (spectacle), lükstür, servettir, 'leisure'dır, ‘cemiyet hayatı’dır, 'show-business'tır, magazindir... Ne var ki, sanat işletmesi, sanatı hegemonize etmeyi başarmış ama ‘totalize’ etmeyi (bütünselleştirmeyi) başaramamıştır. Aslında işletmeleştirme süreci, sanatın ontolojisini bozarak geliştiği için, tarihsel avangardın anti-art stratejisini hatırlatan bir potansiyelin oluşmasına da yol açmıştır. Modernliğe olduğu kadar postmodernliğe de, bu dualizmin sahteliğine de meydan okuyan arayışların, ‘performansların’ önünü açmıştır. Sanat, hayatın içine sürülmüş ama ana akım sanat gibi ona boyun eğmemiştir (soğurulmamıştır). ‘Ötekileşen’; yani gösterinin, gerçekliğin, bütünselliğin bölgesini (territory) dışlayan sanat, başka başka hakikatler keşfetmeyi ve hayal kurmayı sürdürmektedir.
Yürürlükteki estetik rejimden sürülmenin (deterritorialization) verdiği cesaret, sanat tarihi ve eleştiriye de dönüşümcü (transformative) bir enerji kazandırmıştır. Modern ussallığın etkisiyle 18. yüzyıldan başlayarak her ikisine de egemen olan formların/stillerin yerini artık olaylar (event) ve siyaset almaktadır. Ve bu hareket, ana akımın tarihi ve felsefeyi sanatın bölgesinden sürmeyi amaçlayan akışını tersine çevirerek onu sorgulamaya yöneltmektedir. Sanat işletmesi umduğundan çok önce teşhir olmuştur. Zira, sanatın ifratı sonucu bütün hayatın estetikleştirilmesi (Baudrillard); benliğimizi ve bedenimizi saran bu ‘güzellik’, bu ‘özgürlük’ örtüsü artık dayanılır gibi değildir.
*
Skop’un ilk dosyasında yer alan yazılar, 1990-2011 yılları arasında İstanbul’da, özellikle Taksim-Beyoğlu-Karaköy güzergâhında tanık olduğumuz sanatın işletmeleşme sürecine dair örnekler sunuyorlar; bu dönüşümü yönetenlerin kurdukları söylemden değişik pasajları inceliyorlar. Yazarların hepsi, bir istisna dışında, İTÜ ve YTÜ doktora programlarını izleyen çağdaş tarihçi ve düşünürler.
[1] Assemblage, Deleuze ve Guattari’nin geliştirdiği agencement kavramının İngilizce karşılığı olarak kullanılmaktadır. Düzenleme, örgütleme, birbirine uydurma anlamına gelir. Nesnelere, bedenlere, ifadelere ve bölgelere (territory) ait karmaşık öbekler veya kümelerdir.