HARAÇ MEZAT KOLEKSİYON

11.02.2013 tarihinde e-skop'ta yayınlanmıştır.

Koleksiyonlar haraç mezat satılır mı? Eğer özel koleksiyonlarsa, satılırlar. İlk özel koleksiyonlar, Roma İmparatorluğu kumandanlarının Anadolu’dan yağmaladıkları antik Yunan eserleriyle kuruluyor. Örneğin, Marcus Fulvius Nobilior, MÖ 180 yılında çıktığı seferden Roma’ya 285 bronz, 230 mermer heykelle döner. Ve bu ganimetler, öyle ya da böyle, sonunda satılır. Çoğu da müzayedelerde satılır. Hatta denebilir ki, müzayedeler ilkin, kölelerin yanı sıra özel koleksiyonların satışı için örgütlenmiştir. Filozof, hukukçu ve siyaset adamı Cicero ise, MÖ 70 yılında yazdığı Sanat Eserleri Hakkında başlıklı kitabında, savaşçıların sanat eserlerini gasp etmelerine karşı çıkarak, bunların kataloglanıp kamu mülkiyetine devredilmesini savunur. Sanatın özelleştirilmesine karşı çıkarak, koruma düşüncesinin bugüne kadar gelen tartışmalarından birini başlatır.

Avrupa saraylarındaki koleksiyonlara özenen İngiltere Kralı I. Charles, Whitehall Sarayı’nda kendine 1500 tabloluk bir “Private Gallery” kurar. Parlamento taraftarlarıyla arasında çıkacak iç savaş sonucunda Charles, tam da “özel galeri”sine bakan bir darağacında asılır (1649). Katolik kültürüne ait gösteriş düşkünlüğünün bir sembolü sayılan koleksiyonu ise Parlamento tarafından satışa çıkarılır.

Fatih’in İtalyan ressamlarının tablolarını içeren koleksiyonu, sofu oğlu Beyazıt tarafından “pazar”da satılır. Bu tablolar arasında Bellini’nin eserleri de vardır. Bunlardan Fatih’in ünlü portresinin izi bilinmektedir: Önce Venedik’e, oradan da şimdi bulunduğu Londra’ya, National Gallery’ye. Oysa Bellini’nin Topkapı’da çalıştığı bir yıl kadar sürede aralarında erotik sayılabilecek başka tablolarla, İsa ve Meryem suretleri de boyadığı sanılmaktadır.

Bu örnekleri sayıp dökmenin pek fazla anlamı yoktur. Avrupa’nın kültürel mirasına özenen ABD’de 19. yüzyıl sonundan başlayarak endüstri ve finans baronlarının kurduğu bütün özel koleksiyonlar ve müzeler, ihtişamını kaybeden Avrupa aristokrasisinden haraç mezat yağmalanan eserlerdir.

Ne zaman ki, hükümdarlara ve soylulara ait özel koleksiyonlar Fransız Devrimi ertesinde Louvre gibi, Berlin Altes gibi, Viyana Kunsthistriche gibi, Madrid Prado gibi modern, “evrensel müzelerde” kamusallaştırılmış, yani halkların, ulusların kendi malı olmuş, kendi tarihlerini kurdukları ortamlar olarak düzene sokulmuş, işte o zaman satışları tabu olmuş ve müzayedelerin tahribatından korunmaya başlamıştır. O nedenle, şimdi Topkapı’daki Kaşıkçı Elması’nı, Sakal-ı Şerif’i veya başka herhangi bir nadireyi satamazsınız. Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ni açmasanız da şimdilik eserlerini satamazsınız. Tabii onlar hepimizin malı olduğu sürece. Ama eğer bir yolla özelleştirilirlerse onlar da dağlar, tepeler, nehirler, fabrikalar, saraylar, tiyatrolar gibi elbette piyasaya düşerler. Üstelik kamusal müzelerle ilgili böyle niyetlerin olmadığını da söyleyemeyiz.

Üniversite müzesi

İstanbul Bilgi Üniveritesi, özelleştirdiği Silahtarağa mevkiine taşınırken buradaki yeni kampüsünde bir üniversite müzesi de kurmak istemiş ve bu amaçla da, Türkiye’nin İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden sonra sanat müzesi olarak tasarlanan ilk yapısını inşa ettirmiştir. Ama bu süreçte bir “üniversite müzesi” fikrini, modelini inşa edememiştir. Daha sonra da Üniversite’yi kurucularından satın alan Amerikan şirketi ise, işine gelmediği için bir türlü müzeleşemeyen Santral binasını her nasılsa sınıflara bölmüş ve işine yaramayan sanat koleksiyonunu da, yasal kılıfına uydurarak en spekülatif yoldan müzayedeye çıkarmıştır. Oysa Bilgi’nin yöneticileri, kendilerine önerildiği üzere, bir an önce koleksiyonlarını olgunlaştırıp müzelerinde sergilemeyi başarsalardı, ve tedrisatlarına sanatı işletmeleştiren sanat/kültür yönetimi yerine, kamusallığın gereği olan sanat tarihi gibi programları yerleştirebilselerdi bir bakıma koleksiyonlarını kamuya mal etmiş olacaklardı. Ve bu gündemdeki satış bu kadar kolay olamayacaktı. Bu adımlar atılmayıp koleksiyon kamuya ve dolayısıyla eleştiriye açılamayınca, bir hamlede üniversiteleşmek yerine, müzayedeleşiverdi.

Şimdi bu noktada, çoğu, Santral Müzesi’nin lağvedilmesine, üniversitelerin ve müzelerin şirketleşerek alınıp satılabilmesine, yegâne kamusal sanat müzesi olan Resim-Heykel’in türlü manevralarla kapatılmasına, bizatihi kültürün ve sanatın özelleşmesine ve finansallaşmasına ve bu konularda özel müzelerde kurslar açılmasına ses çıkarmayan, hatta bu tür girişimleri alkışlayan ve yöneten sanat erbabı birden uyandı. Ve Bilgi koleksiyonunun, kırdığı spekülatif rekorlarla Türk sanatını küreselleştirdiği iddia edilen müzayedelere çıkmasına öfkeleniverdi. Oysa mezat denen kurum zaten baştan beri terekelerin, özel koleksiyonların satılması amacıyla icat olmuştu. Ve bir kez özelleştiriverdi mi, şahıslarla aynı hukuki statüye sahip olan şirket, artık maliki olduğu sanatı ister satar, ister atardı. Nitekim zaten ifrat içindeki koleksiyonlarını bir de çağdaşlaştırmak zorunda olan özel müzelerin, alenî yollardan olmasa da sahip oldukları sanatı sattıkları bilinir. Ama asıl kötüsü, birer aysberge benzeyen ve küratörlerinin iradesine göre koleksiyonlarının ancak çok sınırlı bir bölümünü sergileyebilen bu müzelerin diğer eserleri ne yaptığıdır, nasıl ve niye izleyicilerden sakladıklarıdır.

Santral koleksiyonunun satışıyla ilgili tartışmalarda en kritik konu bence “özel” ve “kamusal” kavramlarının birbirine karıştırılması, cehalet nedeniyle veya bilinçli olarak muğlaklaştırılmasıdır. Özel bir sermaye kuruluşu, ya da şirket mahiyetini edinmiş vakıf gibi bir başka kurum, eğer özel servetine ait sanat varlıklarını, genellikle olduğu gibi kurumsal iletişim amacıyla veya başka bir amaçla bize teşhir ediyorsa, onu kamusallaştırıyor olamaz. Kamusal olan; kamunun mülkiyetinde olan, daha da önemlisi, kamunun iktidarı altında olan varlıklardır. Dolayısıyla eğer bir koleksiyon satışa çıkıyorsa zaten kamusallıkla ilgisi yoktur. Ama şimdi “kamusal” kavramı da ‘özelleştirilmektedir’. Tıpkı “toplumsal”ın da, şirketlerin “sorumluluğuna” terk edildiği gibi. Toplum artık yüzyıllardır olduğu üzere kendinden sorumlu değildir; şirketlerin, vakıfların, çağdaş hayriyelerin “toplumsal sorumluluk projesi”dir. Sadece topraklarıyla değil, reklamların kuşattığı mimarlığıyla da özelleştirilen kentin kamusallıkla nasıl bağdaştırılacağı, etkinliklerini şu sıralarda başlatan 13. İstanbul Sanat Bienali’nin de meselesidir. Sanatta özelleştirme ve kamusallık konusunu öğrenmek isteyenler için Chin-tao Wu’nun Kültürün Özelleştirilmesi:1980’ler Sonrasında Şirketlerin Sanata Müdahalesi ile Meral Özbek’in Kamusal Alan derlemesi temel kaynaklar sayılır.

Sonuçta, eğer samimi olarak birtakım koleksiyonların korunması isteniyorsa, Cicero’dan beri olageldiği gibi, her fırsatta sanatın özelleştirilmesiyle, müzayedeleştirilmesiyle mücadele etmek gerekir. Servet teşhirine dönüşen özel müzelerin ve müzayede evlerinin %99’un değil de, onların karşısındaki %1’in mekânları olduğunu ilan ederek, buraları işgale çağıran “Occupy Museums” hareketini başlatan New Yorklu sanatçılar ve direnişçiler gibi…