DİKTATÖRÜN SANATÇILIĞI
12.05.2015 tarihinde e-skop’ta yayınlanmıştır.
Kenan Evren salt diktatör değildi, 'sanatçı' diktatördü. 'Sanatçı’ payesini, başka resimlerden yaptığı beceriksiz, heveskâr kopyalar sayesinde değil, cunta rejimini desteklemiş olan sanat hamisi iş adamlarının yardakçılığı sayesinde edinmişti. Böylece, Evren'in kapkara portresi biraz olsun ağartılacak, onu destekleyen 'koleksiyoner' sermaye çevreleri de desteklerine hümanist bir gerekçe yaratmış olacaklardı.
Sanat kariyerine 1929 yılında Manisa Ortaokulu'nda yaptığı karakalem resimlerle başlayan Evren, bu kariyerinin zirvesine Cumhurbaşkanlığı'ndan ayrılmasından hemen sonraki yıllarda ulaşıyor. 1993'ten başlayarak, gözden düşeceği 2000 yılına kadar, satışa çıkardığı resimlerine sahip olmak için sermayenin seçkinleri adeta kuyruğa giriyor. 1993'te, 5 bin liraya açık artırmaya çıkan ilk yağlıboya tablosu, Aydın Doğan'ın teklifiyle 38 milyona çıkıyor, ardından da 50 milyon'a fırlayarak Sakıp Sabancı'da kalıyor. Arkasından düzenlenen Kenan Evren Lisesi Vakfı gecesinde satışa sunulan tablosu, 110 milyona Koç Grubu'na gidiyor. Gene aynı yıl Marmaris'te açılan sergisindeki bir tablosu, 500 milyon'a Nuh Çimento'nun sahibi tarafından satın alınıyor. Evren'in anlattığına göre, bu "sanatsever" aslında bu paraya ne aldığını bilmiyor. Ona Anne Sevgisi tablosunu layık gören, kendisi.
Ressam Evren'in fiyatları fırladıkça fırlıyor. 1997'de Hürriyet gazetesinin tatil ekinden kopyaladığı Hamamda Kızlar 600 milyona, arkasından da Denizli Horozu 100 milyara satılıyor. 1998'de Atatürk tablosu 105 milyara Ali Balkaner'de kalıyor ve bu rakam, cuntanın başını "yaşayan en pahalı Türk ressamı" yapıyor. Bu arada Kültür Bakanlığı Resim Heykel Müzesi'nin Begonvilli Duvar tablosunu 300 milyara satın aldığı ilan ediliyor.
Kenan Evren, resimlerinin, sanat dehaları gibi asıl öldükten sonra değerlenebileceğini hayal ediyor. Ne de olsa, "ünlü ressamların yaptıkları tablolar da öldükten sonra değerleniyor. Mesela Van Gogh. Belki de ben öldükten sonra bu tablo çok değerlenir". Oysa 2000 yılından sonra, iş çevreleri giderek Evren'i 'sattıkça', eserlerinin fiyatı da eridikçe eriyor ve sanatçılığı 'bitiyor'. O ise öyle muktedir olmuş ki, zavallı, sanatçı mertebesinin de, eserlerinin değerinin de kendi iktidarında olduğuna inanıyor.
Ama Evren'in 'profesyonelliğini' onaylayarak bütün bu rekorları meşrulaştıran asıl hadise, onun 1993 yılında Aksanat'ta açtığı sergi olmuştu. Bu galeri, daha bir sezon önce Erol Akyavaş'ı sergilemiş, Alaadin Aksoy ve Balkan Naci İslimyeli gibi gözde sanatçıları programına almıştı. Dolayısıyla, "yüksek sanatın" en iddialı kurumu sayıyordu kendisini. Akbank Kültür Sanat Eğitim Merkezi-Aksanat'ın yöneticisi Semiramis Sokul, aynı zamanda Kenan Evren sergisi dolayısıyla yayınlanan kataloğun "metin yazarı". Sokul, bir diktatörü sergilemeleri nedeniyle gelen protestolara, "Churchill açtı da, Evren'in ne eksiği var" gibisinden tepkiler gösteriyor. Kendisi de bir ressam olan Sokul'a göre Aksanat, "sanatı sanat olarak kabul eden bir galeriydi". Tabii bu sözler, bir anlamda Evren'in 'sanatı'nı da sanat olarak tescillemiş oluyordu. Böylece ilerki yıllarda Evren'in sanatına akıtılacak onca para aklanıyordu. O zamanlarda herkes biliyordu ki, Aksanat sergisiyle bir diktatöre bu fırsatları sağlayan, bin bir dereden su getirerek bu sergiyi meşrulaştırmaya çalışan, galerinin ‘saygın’ sıfatlı yöneticileri ve danışmanları değil, bizzat Akbank'ın patronu Sakıp Sabancı'ydı. Kimse ortaya dökmek istemese de, iş adamlarının "Paşa"sı Kenan Evren bunu saklamıyordu: "Sabancı ailesine bu salonu bana tahsis ettikleri için teşekkür ediyorum".
Kenan Evren’in Aksanat’taki sergisinin kataloğu
Elbette, Aksanat sergisiyle, 12 Eylül'ün elebaşının kendi meslektaşlarıymış gibi tezgâhlanmasına sanatçılar isyan ediyordu. Cihat Aral, Evren'in "12 Eylül'ü şimdi sanat alanında sürdürdüğünü" söylüyordu. Orhan Taylan, "demokrasi düşmanlığının simgesi haline gelmiş bir zatın eline fırça ve boya almasını resim adına utanç verici" buluyordu. Güleryüz, "Sayın Kenan Evren'in sergi açacağı yerlerin ancak orduevleri veya hapishaneler" olabileceğini söylüyor ve, diğer birçok sanatçı gibi, Aksanat'ı yeriyordu. "Kenan Evren'in yaptığı birkaç at, manzara ve çiçek resmiyle geçmişini aklayamayacağını" belirten Beral Madra, çok sayıda sanatçının işbirliğiyle Aksanat sergisine karşı bir "Atsanat" sergisine girişiyordu.
Sanatçıların hiddetinin tek nedeni, bir diktatörün, diktatörlüğünü kullanarak kendi alanlarına dalması değildi; darbe döneminde türlü eziyete ve işkenceye maruz bırakılanlar arasında arkadaşlarının da bulunmasıydı. Zaten Evren'in, kendi buyruğuyla uygulanan birtakım yasaklar dolayısıyla nasıl bir sanat ve sanatçı düşmanı olduğu ortadaydı. O zamanlar İstanbul Resim ve Heykel Müzesi yöneticilerinden olan Yusuf Taktak, Evren'in müzeyi gezerken Ali Avni Çelebi, Zeki Kocamemi ve Zeki Faik İzer salonuna geldiğinde "Bunlar da resim mi?" diyerek nasıl sanatçılara hakaret edip Müze'yi terk ettiğini anlatıyordu. Ayrıca Evren, gene Taktak'ın düzenlediği sergiden Zühtü Müridoğlu ve Sabri Berkel'in, Mimar Sinan Üniversitesi rektörlük odasından da Adnan Çoker'in eserlerinin kaldırılmasına yol açmıştı. Diğer bir sansür vakası, 1986'da Ankara'da düzenlenen ve Türkiye'nin ilk sanat Bienali olan I. Asya Avrupa Bienali'nde yaşanmıştı. Evren, Polonyalı sanatçı Eugeniusz Markowski’nin işinin, kendi beyanıyla "insanı kusturacak kadar müstekreh [iğrenç]" olduğu gerekçesiyle Bienal sergisinden kaldırılmasını emretmişti. O, kudreti sayesinde kendi sanatçılığını dayatmak bir yana, Picasso'yu bile aşağılayabiliyordu: Ne vardı ki, Picasso'nun yaptıklarını o da yapardı…
Kenan Evren olayı sanat ortamında bir kaza mıdır? Kuşkusuz değildir. Tam aksine, neyin sanat olup olmadığına piyasanın karar verdiği bir döneme geçişin işaretidir. Kültürün ve sanatın özelleştirildiği, sanat ortamlarının şirketlerin elinde işletmeleştiği, sanat tarihinin ve eleştirinin eridiği, "her şeyin sanat, herkesin sanatçı" olabildiği çağdaş sanat çağının habercisidir.
Bu metindeki bilgiler şu kaynaklardan derlenmiştir: Aksanat Kenan Evren Resim Sergisi katalogu 1993; Cumhuriyet Gazetesi, 7/10/1993; Yılmaz Özdil, Hürriyet Gazetesi, 5/4/2012; Erden Kosova, Birgün Gazetesi, 13/4/2005; Alper Birdal, Haber Sol, 5/4/2012.